21 Eylül 2016 Çarşamba

Beklemek


Bir yerde oturup beklemem gerektiğini düşünürken bankların önünde buluyorum kendimi. Bu tüketici ve sonucunu bilmediğim plan, biz karşılaşmadan işlemeyecek gibiydi. Gelmesi gerekirdi oysa ayrılmadığı mekanda görünmüyor şimdi. Beni görmek istemiyor düşüncesi bedenimi ele geçirecekken dün nerede olduğumu sorduğunu anımsıyorum. Görmek istemeyen kimse sormazdı bunu. Susuyorum ve bekliyorum. Canımı yaktı çünkü ve öyle kolayca kurtulmamalı bundan.

Sallanan dizlerime bakarken vücudumda bir heyecan belirtisi olmadığını biliyorum. Bu tamamen sabırsızlıktan. Bazı anların gelmesi sizi ürkütse bile bir an önce olup bitsin istersiniz ya, öyle bir şey bu. Biraz daha sabırlı olsaydım, diyorum. Sabredememenin bana zararı olacağı aşikar. Bakışlarımı taşınabilir şarjı sömüren telefonuma çeviriyorum. Dizlerimin titremesi, onun titremesini bastırmıştır belki diye açıyorum kilidi. Şarj oranının %17 oluşundan başka bir değişiklik göremiyorum. Asıl sömürülen telefonum mu sorusu aklımdan geçiyor yavaşça. Daha yeni %22'ydi, ne yaptım da düştü böyle diyorum içimden. Bu yarı kalabalık ortama her gün gireceği düşüncesi, sesli şikayetimi bastırıyor.

Elimde titreyen telefona çevirdiğimde etrafı süzen bakışlarımı, mesaj geldiğini görüyorum. Çok kısa ve net bir cevapla bildiriliyor durumun olumsuzluğu.

Derin bir nefesi verirken sabırsızca, bir saattir burada oturduğumu fark ediyorum. Üstelik şimdi gelmişim gibi hissederken. Çantamı omzuma atıp yerimden kalktığımda aklımın ağırlığı da bacaklarımın tutulması da fazla somut geliyor. Yürümeyi yeni öğrenen biri gibi iki bilinçsiz adım atıyorum. Bacaklarım çağrıma anında cevap veriyorlar. Zaten ancak siz diyorum. Ancak siz bu kadar çabuk yanıtlıyorsunuz beni.

                                                                                                                       Dünya

24 Mayıs 2016 Salı

DENEME .3 - Camın Arkasında Yaşayan Herkes Dalgındır Zaten


Kafamı cama yaslıyorum. Tenim bir an için camın keskin soğukluğunu üzerinde hissediyor. Cam çok sert. Dünyayla aramda bir engel oluşturuyor. Hayata bakıyorum. Bakıyorum ama göremiyorum. Orada tüm canlılığıyla duruyor hayat. Dokunamıyorum. Dokunmam gerek ona. Yaşadığımı düşünüyorum o an. Yaşıyor muyum gerçekten? Dışarıdakileri nasıl inandırabilirim buna? Yanımda zavallı bir adam. Yorganı düşmüş olmalı, uyuyor. İki eli önünde kavuşmuş. Toplumsal statüsünün üzerinde bıraktığı izlerden bu. Kabullenmiş tüm olanları. Sol mont cebinde bir şişkinlik var. Eldiven olmalı bu. Kafasını sağa yatırdı şimdi. Gözleri açılır gibi oluyor. Camdan, yoldan geçenleri izliyor. Belki de geçmişidir izlediği. Sabit bir noktaya baktığından, dalmış olmalı. Camın arkasında yaşayan herkes dalgındır zaten. Kafamı kendi camıma çeviriyorum bu sefer. Tüm bu gerçeklikler, üzerime bir gölge gibi düşüyor. Düşünmek... Düşünmek istemiyorum ama bu sefer de düşünmek istemediğimi düşünüyorum. Sonra da düşünmek istemediğimi düşündüğümü düşünmekten kurtulamıyorum.

                           
                                                                                                                  19.05.2016
                                                                                                              Haşim VERGİLİ
                     

10 Mayıs 2016 Salı

KELİMELER 3.1 - Nazan


“Şimdi o yıllara dönsem.” dedi Nazan. Yurtta ders çalışırken çektirdiğimiz fotoğrafa bakıp “En başa, kayıt günü karşılaştığımız güne.”  “Masumiyet filan değil aradığım, temize çekmek de değil.” dedi ardından.

“O yıllara dönerek neyi değiştirebiliriz bir bakalım…da ben senin kadar iyimser değilim.” dedim. Pavesa’nın “Bu şehir arkandan gelecek…” dizesi geldi aklıma da, biraz da gülsün diye, “Hormonların senle olduğu sürece rahat vermeyecek, aklın fikrin aşkta meşkte olacak” dedim. Ancak iki sevgili arasındaki zaman diliminde doyasıya görebildiğim Nazan biraz da sitemkar “En azından daha seçici davranır o şımarık Yunus’a haddini bildirirdim.”

“Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler diyorsun ha!”

“Yok o kadar da ağlak bir istek değil benimkisi aslında.” dedi ve fincanları, su bardaklarını tepsiye doldurup mutfağa gitti. Elinde iki büyük poşetle döndü. “Ben de mutfağı temizliyorsun sandım.” dedim gülerek Nazan’ın bu ev kadını hallerine sarmasına takılmayı severdim. “Yok canım ne temizliği,” dedi. “Giymediğim, giyecek yerimin kalmadığı, giyemediğim, her neyse elbiseleri topladım dün. Bak bakalım; işine yarayan varsa al, kalanını da Emine’ye veririm, iki tane yetişkin kızı varmış, yıllardır tanırım Emine’yi, koşuşturmadan elimiz değmemiş bunca yıl iki laf etmeye. Ha! En aşifteleri seç! Emine giydirmez kızlara onları, yarın temizlik var götürsün kadıncağız.” Ağzım kulaklarımda,

“Bayılırım…” dedim. “Çok eğlenceli, hem yakında bir kuzen düğünü var, bakarsın düğün için de bir şeyler buluruz ha!” “Düğün gemide olacakmış.” dedim sonra, art arda şakıyordum susmadan, neşemin asıl nedeni Nazan’dı aslında, yıllar sonra bıraktığımız yerden devam ediyorduk. Elbise filan bahane.

O güzelim iş kıyafetleri, gece elbiseleri çıktıkça torbadan, serildikçe koltukların üstüne Nazan daldı gitti uzaklara, gözleri marazlandı da göremez oldu sanki, benim de keyfim kaçtı. “Hadi! Bir kahve daha içelim.” dedim. “Bu sefer ben yaparım.”

“Tamam.” dedi.

“Hem ben şimdi bu elbiselerin içine giremezsem çatlarım kıskançlıktan.” dedim ve mutfağa gittim.

Nazan uluslar arası bir şirketin departman sorumlusuydu, aynı zamanda üç genel müdür yardımcısından da biriydi. Çok yoğun çalışırdı. İyi para kazanırdı, nerdeyse her aldığı primle bir ev alır ya da bir önceki aldığı evin kredi borcunu kapatırdı. Bu ağır iş temposuna kocası dayanamadı iki yıl önce boşandılar. Ayrılık sürecini omzunda ağlayarak geçirdiği iş arkadaşı ona evlenme teklif ettiğinde iş işten geçmişti. Nazan’ın tüm hikayesini anlattığı Levent gayet çağdaş görünümlüydü fakat hastalık derecesinde kıskanç bir adamdı. Evlendiler. Kısa bir süre sonra önce çalışmasını istemedi yeni koca Nazan’ın, sonra da eskilerden kadın arkadaşlar dahil hiç kimse ile görüşmesine izin vermedi. Bu görüşülmeyecekler listesinde ben de varım. Levent iş seyahatlerine gittiğinde gizlice görüşüyoruz.

“Kahveler geldi!” dedim yüzüme kocaman bir gülümseme takıp.

                                                                                                    20.04.2016
                                                                                                  Yelda UGAN

8 Mayıs 2016 Pazar

RASTGELE .1 - Malabadi Köprüsü

Malabadi Köprüsü-Silvan/Diyarbakır

İzmit’te bir park, küçük ama sevimli... Adına Çamlık Park demiştik içinde yükselen iki çam ağacından mütevellit… Şimdi siz hemen anladınız benim tevellüt’ümü, mütevellit kelimesini kullanmamdan dolayı değil mi?

İşte o çamlık parkında gözlerimi açtım, o parkta filizlendim, o parkta genç oldum. Ne hatıralar saklamadık ki ağaçlarının dalları arasına, yazlar geldi yapraklarının yeşiline yükledik, sonbaharla yerlere döküp yenilerini ekledik… Bizim olan o parkta onlarca, yüzlerce geceyi yaşadık. Annelerimiz seslenip de “Hadi eve gel artık.” diyene kadar evimiz orasıydı işte.

Yine öyle gecelerden birinde, parktaki banklara oturmuş, gazete kâğıdına sardığımız bira şişelerini yudumlarken dökülmeye başlamıştı kalplerimizi çarptıran aşklara dair sözler… O yıllarda öyle kolay değildi aşk meşk olayları. Öyle bir kızı beğeneceksin, cesaret edip konuşacaksın ve kız kabul eder de arkadaşlık başlarsa bir o kadar da ileri gidip elini tutacaksın! Vay vay vay! Bunca şeyin olma ihtimali öylesine azdı ki, olacağı varsa bile kızın ailesi her an fark edecek diye korku dağları beklerdi…

Bütün delikanlılar uzaktan severdi. Herkesin vardı bir yavuklusu ama gel de ilan et bakalım. Mahalledeki can arkadaşların bilirdi sadece. Kızın bunu öğrenmesi de ayları bulurdu zaten. Tamam, uzaktan sevilirdi ama tam sevilirdi, katıksız, saf, yürekten, adam gibi, sonuna kadar… Bir de öyle bir mertlik vardı ki, bugünlerde nasıl bilmiyorum ama mesela Ayşe, Yalçın’ın sevdiği kız ise kimse dönüp bakmazdı ona. Hatta Ayşe’yi birimiz okul yolunda görsek ve ona tanımadığımız bir genç yan gözle baksa, arkadaşımızdan önce biz keserdik hesabı.

Çamlık Park’ta, can arkadaşlarla sohbetin koyulaştığı bir an da Rüstem babasının arabasını almayı başarmıştı bir şekilde. Doluştuk içine ve sırayla hepimizin âşık olduğu kızların mahallelerine gidip, evlerinin altına arabayı park edip, odasının ışığı yanıyor mu diye camına bakıyorduk. Kızın haberi olsa yine iyi, nerde o şans! Bir süre bekleyip başka bir mahalleye gidiyor, bir başka arkadaşımızın gönlüne derman oluyorduk.

İşte o akşam arabanın içinde bir şarkı eşlik etmişti bize. Sözlerini değiştirmiş, bağıra bağıra söylemiştik her birimizin sevdası için.

“Malabadi Köprüsü, Malabadi Köprüsü
 Orda başladı bitti şu Rüstem’in öyküsü
 Karşıki mahalleden bir kıza gönül verdi
 Aşkı uğruna her gün o mahalleye giderdi
 Zeliha’yı düşündükçe kalbi huzur bulurdu
 Offf Rüstemim offf “

Çok uzun yıllar öncesinden gelen bu şarkı bugün hala kulaklarımda ve ben hala o günlerde, o parkta, arkadaşlarımla öğrendiğim hayatı yaşıyorum…

                                                                               
                                                                                04.05.2016
                                                                                      
                                                                               Atilla ELTUT

6 Mayıs 2016 Cuma

DENEME 2.1 - Zeze, Zeyno, Neyno ve Ben



Bildim bileli öyle anaç bir kadın olmadım. Çocukları severim de, hani onun sümüğünü sileyim, diğerini ayağımda hoplatayım, aman da bağrıma basasım var her birini gibi bir ruh halim pek olmadı. Fakat hormonlarımın da etkisi olsa gerek, biyolojik saat alarmım çaldıkça çocuk sahibi olma ihtimalim yüzümü aydınlattı, gülümsetti, sevindirdi beni. Bir kadının kendini ifade etme biçimi olarak en kabul göreninden evlilik ve annelik de iyi bir işten sonra listenin 2 ve 3 numaralı sahipleriydiler. Yıllar sonra aslında bütün bunların toplumsal baskı sonucu dayatmalar olduğuna dair çok şey okuyacak ve bolca ahkam kesecektim. Bilincin tecrübe ettikçe edinildiğini de.

Üniversite yılları, kendimi büyümüş sandığım, yapmayı hayal ettiğim her şeyi gerçekleştirebileceğimi düşündüğüm yıllardı. Ne zaman çocuk konusu açılsa “En güzel çocuklar henüz doğmadı, çünkü onları ben ve arkadaşlarım doğuracağız.” edasıyla kesenin en bol tarafından başlardım atıp tutmaya. “Televizyon seyrettirmem!” derdim “En iyisi radyo. Evet radyo dinlesin!”  Sonra eğitim çok önemli İsviçre’de yatılı mı okusa yoksa köklü vakıf okullarından birine mi gitse hani şu kökleri 19. yüzyılda, batılılaşma sürecinde gayrı müslimler tarafından atılan. İşin finans kısmı o yıllarda “hallederiz” kısmındaydı.

En çok da kendi olsun derdim. Kendi olabilmesi için tüm engelleri yıkabilecek güçte hissederdim kendimi, güçlü olması gerekenin “ben” olduğumu sanırdım. Bir de “şımarık olmasın, beş beş karşılık vermesin, ne o öyle büyümüş de küçülmüş gibi” diye düşünür, kendisi olması için daha o yıllarda önüne olması gerekenler listesi koyarak büyük engelin “ben” olduğumu bilemezdim.

Uzunca bir süre çocuk konusu askıda kaldı bitmeyen işler yüzünden, baba adayı da cabası! Derken otuzlu yaşlarımda dünya güzeli Zeynep hayatımın ortasına bomba gibi düştü. Başta vücudum olmak üzere (18 kilo aldım) tüm seyir değişti, tam zamanlı bir işe dönüştü annelik; ara verilemeyen, ertelenemeyen, tek bir önceliği olan.

Adana’da çalışırken merkez ofise İstanbul’a toplantılara gelirdim. Bu seyahatlerimde kuzenimde kalırdım. Kuzenimin evine çok yakın nerdeyse sırt sırta küçük bir okul vardı. O okulun her önünden geçişimde “kim buraya çocuk gönderir ki?” diye geçirirdim içimden, “bahçesine kaç çocuk sığar ki?” Şimdi Zeynep “o” okula gidiyor, kendisi olması için ona engel olmamayı öğreniyorum. Çok direndik ama geçen ay “Dersler için!” diye tutturunca tablet aldık, sırada telefon var.


Oysa şimdi ben; mutlu olsun, düşünce kalkabilsin ve onu her daim sevdiğimizi bilsin istiyorum sadece. Bir de, iyi dileklerim tüm çocuklar için…

                                                                                                   18.04.2016
                                                                                                 Yelda UGAN

30 Nisan 2016 Cumartesi

DENEME .2 - İlgi



Kendime karşı değişen algım, beni daha bir huysuz, alıngan ve küskün hissettiriyor. Bir filmi daha önce görmüş gibi tanıyorum bu hissi; utanıyorum ardından.

Psikolog diyor ki “Yas tutuyorsun. Bir dönemi kapatmışsın ve gidenin ardından ağlıyorsun.” Nerdeyse “Ağla açılırsın.” diyecek. Psikiyatrist; “Geçmişin yaşanmamışlıklarla dolu, ‘ben büyüyünce…’ duygunla yüzleşmelisin.” Spiritüel şifacılar, “Regresyona ihtiyacın var, blokajlarından kurtulmalısın.” Jinekolog ve endokronolog ise zaten bütün bu olup bitenlerin baş müsebbibi.

Her gün kullanmam gereken ilaçlar, almazsan olmaz hormonlar, 3 ayda bir tekrarlanacak olan tahliller, yıllık kontroller filan. Çantamda bir dolu doktor adı, randevu tarihleri, çeşitli seanslar, ilaçlar ve her önüme gelene cömertçe sunduğum bana, aslında olan bana ait yepyeni argümanlar.

Başta kocama olmak üzere, aileme, arkadaşlarıma, arkadaşlarımın arkadaşlarına, kocamın ailesine titrek bir sesle anlattığım,  yeni dönemim.  Kocamınkini her gün yeni bir sosla çeşnilendiriyordum, yıllanmış kıvama gelmiş olanlar tercihimdi, yeni bir şey deneyecek halim yoktu ya! Nasıl olsa elimde yeteri kadar vardı.

Ben her sesimi titreterek döktüğüm içimin, şefkatle toplanıp ve hatta katlanıp tekrar yerine konacağını sandım. 3-5 derken kimsenin ilgisi yeterince iyi, yeterince yakın, yeterince samimi gelmiyordu bana. Oysa ben çok hastaydım, vücudumun ve ruhumun tepkisi “az” bileydi. Kendi kendimi yok ediyordum.

Bir insan bir şeyden kaç kere şikayet edebilir? Kaçıncıdan sonra inanmaz ona kimse veya kaçıncı inanmayandan sonra inandırıcı olmadığını anlar? Gibi türlü çeşit sorularla uğraştım kendimle uzunca bir süre.


Aman Allah’ım! Ne kadar sıkıcıyım, ne kadar sıkıcıymışım. Her 5 insandan birinde görülen, özellikle de kadınlarda,  haşimato hastasıyım. Sesimi titreterek “kurban” ilan ettiğim beni Çernobil hasta etmiş.

                                                                                                      
                                                                                               23.03.2016
                                                                                             Yelda UGAN

1 Nisan 2016 Cuma

DİKİZ AYNASI .1 - Sınav


Sıranın bana gelmesini beklerken ezberimi tekrar ediyor, elimdeki küçük kağıda bakıyordum arada. K, kemerini bağla. D, dikiz aynası…

Adımın yüksek sesle okunmasıyla irkildim. Arabaya doğru ilerledim, kapıyı açıp dikkatlice oturdum. ”Günaydın.” dedim yan koltukta oturan adama. Başıyla selamladı beni. Saatine baktı, freni ve debriyajı kontrol etti,  “Başlayalım lütfen.” dedi.

Kemerimi taktım. Kontağı çevirdim. Boştaki vitesi bire aldım. Sağ sinyali verdim ve 2. Vites…
Sınav yarım saat sürdü. Tekrar başladığımız yere döndüğümüzde en zor bölümü, park etmeyi de atlatıp kontağı kapattım.

“Dikiz aynası.” dedi, ehliyetimi iki dudağının arasında tutan adam. Kemerini açtı ve “Bir sonraki sınavda görüşmek üzere.” diyerek gitti!…

                                                                                                               Yelda UGAN
                                                                                                                16.03.2016

25 Mart 2016 Cuma

DENEME .1 - Keşke Dediğimiz Bir Şeyler Vardır Mutlaka

Yıllar öncesinde lise çağlarımda belki on belki yirmi saniye süren o anı ve o andan öğrendiklerimle bugünlere yürüyüşümü, baba oluşumu, birçok defalar anlatmışımdır çocuklarıma…

O zamanın gençliğinin çok da özgür olmayan günlerinde, ailemden gizli gittiğim bir bilardo salonunda, ağzımda sigara ve duman altı bir ortamda, elimde ıstaka ile toplara vurma telaşında iken, bir anda salonun kapısının açılması ve içeri giren babamla göz göze geldiğimiz on ya da yirmi saniye… Bir ömre değecek, bir çocuğu yıllar sonra baba yapacak on ya da yirmi saniye…
 
Babam içeri girip beni o halde görünce olduğu yerde durdu, çok kısa bir an bana baktı ve hiçbir şey söylemeden, tutup kolumdan dışarı çıkartmadan ya da kızıp bağırmadan geriye döndü ve salondan çıkıp gitti. Akşam olup eve gittiğimde de hiçbir şey söylemedi. Sessizce odama gidip yattığımı hatırlıyorum, sabah neler olacak acaba diye düşünerek. Oysa sabah da konuşmadı, ta ki ben ona gidip sorana kadar…
  
İşte o anı, babamın gözlerini ve geriye dönüp gidişini hiç unutmadım. Çok sonra anladım ki, onlarca cümlenin, bağırıp kızmanın yapamayacağını yapmıştı bana birkaç saniyelik bakışı ve sessizce gidişi ile…
    
Hani hayatımıza değen insanlardan bazılarını ayrı bir yere koyarız ya bazen, işte babam da benim için öyleydi. Arkadaşımdı, omzunda maça gittiğimdi, 35 yıl öncesinde bir küçük şehirde birlikte bira içtiğim, evde kardeşimle birlikte dudaklarında sevgi dolu minik bir gülümseme ile okey oynadığımdı… An gelip de gözleri ya da bir hareketi ile ne yapmamı istediğini anladığım, baba olduğunu hissettiğimdi…

Uzunca birlikte olamadım onunla, önce mühendis olup uzak şehirlere gidişim ardından erken yaşta aramızdan ayrılışı, engel oldu bize. İşte benim de keşkem,  gözleriyle bana baba olmayı öğreten adamla geçiremediğim zamanlar… Üzerinden eksik olmayan İstanbul Beyefendisi gömleği ve kravatının ardına değen gıdısına dokunamadığım zamanlar… Ona sevgimi daha çok söyleyemediğim zamanlar…

Ama biliyorum ki o gökyüzünde bir yerlerden bana bakıyor ve benim çocuklarıma baba oluşumla gurur duyuyor…


                                                                                       Atilla ELTUT
                                                                                                           23.03.2016

22 Mart 2016 Salı

DİKİZ AYNASI .1 - Dikiz Aynasında Gözler...


Bakışları dikiz aynasında buluştu. Neredeyse yarım saattir yoldaydılar ama birbirlerine dikkat etmemişlerdi. Kadın taksiye biner binmez sadece iki kelime söylemişti, “Hareme lütfen.“ ve ondan sonrası sessiz bir yolculuktu, o ana kadar…

Erkek hep yaptığı gibi yolu kontrol etmek için dikiz aynasından arkaya bakıyordu ki, ilk kez o an gözleri birleşti. Kadın çekmedi gözlerini, erkek kısa aralıklarla çekti sonra yeniden baktı. Ne kadar bir süre böyle gittiler, ikisi de fark etmedi.

Kadın ara ara gözlerine takılan gözlere bakarak dudaklarını oynatmadan anlatmaya başladı. “Terk edildim, evet evet 3 yılın ardından terk edildim. Oysa ne umutlarla gelmiştim peşinden İstanbul’a… Doğup büyüdüğüm şehrimi, arkadaşlarımı, ailemi bırakıp elini tutmuş, yeni bir hayata koşmuştum. İlk başlarda güzeldi her şey. Boğazı göremese de, biraz yürüyüşle denize ulaşılabilen bir semtte yeni bir ev, altı ayın sonunda çok sevdiğim reklamcılık alanında bulduğum işle başlayan hareketli bir yaşam. Hepsi ile ardı ardına buluşmuştum.”

Erkek yine baktı dikiz aynasına ve yine göz göze geldiler. Başladı anlatmaya erkek; “Zor gerçekten taksicilik yaparak geçinmeye çalışmak, hayata tutunmak, mutlu olmak… Her milletten onlarca insanla, sarmal olan günlerin içinde şehrin bir ucundan bilmem hangi ucuna gidip gelmek. Bitmeyen trafik çilesine bir de kendi hayat örgüsünü sarmak. Gün bitip de evde umutla yolumu gözleyen Ahmet’e ve Zeynep’e elimde oyuncaklarla gitmek için saatleri saymak. Ya bir de o oyuncakları alacak kadar kazanamamışsam, işte o zaman saatleri geriye sarmak. Delisini mi ararsın akıllısını mı, sarhoşunu mu yoksa çenesi düşmüşünü mü, her ne dersen o şekilde insanlarla geçen saatlerin ardından sığınacağım tek limana, Esra’mın gözlerine varmak…”

Kadın yeniden yakaladı erkeğin gözlerini. “Ama çabuk geçti o cicim ayları. Ansızın bakıverdik ki ayrı dünyaların insanları oluvermişiz. Evet evet, şimdi sen bana anlamamış gibi bakıyorsun ama inan öyle. Aniden, birdenbire kendi hayatlarımızın içinde kaybolduğumuzu fark ettik. O kendi dünyasına daldı, ben kendi iş dünyama. Konuşamaz, bakışamaz, paylaşamaz olduk. Akşam olup da baş başa kaldığımızdaki sessizliğimize, üzerimize çöken günün yorgunluğundandır dedik, o bahaneye sığındık bir süre. En çok da o sığındı belki bilemiyorum. Ben umudumu taze tuttum, geçse de birbirinin aynısı günler. Fark edecek ve yeniden bakacaktı gözlerime. Çünkü ben, fark etmiştim onu ihmal edişlerimi…”

Erkek gözlerini yola kaçırarak da olsa, “Esra’m, çilekeş Esra’m.” dedi. “Evlendik ve ardı ardına iki çocukla birlikte ona çizilen hayat. Evin odaları arasında koşuşturmaca, mutfakta bitmeyen öğünlere yemek yetiştirme telaşları, belki bir an çocuklar uyurken binamızın altındaki markete inebilme mutluluğu… Ona böyle bir hayat vermek istemedim ki ben. Esra’mın akşamları koltuğa yığılmış halde bana bakışlarını, taksicilikten ne kazanırımda değiştirebilirim ki…”   

Kadın bir an yola baktı, hareme gelmek üzereydiler, sonra bir kez daha dikiz aynasına baktı ve göz göze idiler yeniden. “Ama o en kolayını seçti, bir gün karşıma geçti ve ben gidiyorum dedi. Sadece ben gidiyorum… Koca bir sessizliğin ardında kapanan kapının sesi ile kala kalmıştım. Sevmiştim, gelmiştim peşinden ve işte ödülümü almıştım.”

Hareme gelmişlerdi. Adam yavaşça sağa yanaştı durdu, dikiz aynasından baktı, göz göze geldiler. Adam, “Üzülmeyin.” dedi. “Belki biraz sonra bineceğiniz otobüs sizi yeni bir umuda götürecek, yeni pencereler açılacak etrafınızda. Hayat belki de böyle bir şey işte…”
   
Kadın dikiz aynasından gözlerini ayırmadan, “Eşin ve çocukların var, akşamları sığındığın gözlerin var.” dedi. “Bakarsın bir gün her şey farklı olur ama içinde huzurun olmaz. Boş ver düşünme bunları, sadece evine varmayı düşün. Hayat belki de böyle bir şey işte…”
   
Kadın indi, taksi hareket etti, erkek dikiz aynasından baktı, kadın hala ona bakıyordu…


                                                                                        16.03.2016
                                                                                      Atilla ELTUT

8 Mart 2016 Salı

ÖZELLİK .1 - Zehra


"Özellik" serisinde kişinin sahip olduğu olumlu özelliklerin ve cinsiyetinin zıttının anlatıldığı yazılara yer verilmiştir. 

“Neşeli
Samimi
Dürüst
Sorumluluk sahibi
Sevecen
Yardımsever

Herkes beni böyle bilir ama; “ konu başlığı altında yazılmıştır. 


Herkes beni neşeli biri olarak bilir ama aslında gülen yüzümün ardında duran yorgunluğumu, yılların bana yüklediği yüklerin altında ezilmelerimi, yalnız başıma onca zorluğa meydan okuyarak ayakta kalışlarımı saklayan bir maskem olduğunu kimseler çözemedi bugüne kadar, çözememeliydiler de zaten…

Benim var olabilmem için bütün içimi saklamam, maskemi takıp neşeli yüzümle insanların karşısında olmam gerekliydi. Gerçekten gerekli miydi diye çok defalar sordum da kendime, ama böyle bir yol seçmiştim ve artık geri dönemezdim… Belki de çevreme gülücükler dağıtırken içimdeki bene de güç vermeye çalışıyorum kim bilir… 

Ya beni herkesin kendine yakın bulması, dürüstlüğüme güvenmesi, samimiyetime inanmasına ne demeliyim? İnandırıyorum evet, evet belki bakışlarımla, belki mimiklerimle, belki seçtiğim kelimeler kullandığım cümlelerle, belki giysilerim ve makyajımla onlara sunuyorum bunu… Bana güvenebilirsiniz, samimiyetime inanabilirsiniz diyorum. Oysaki bir tiyatro sahnesinde, başrol oyuncusu gibi hikâyesini kendi yazdığım rolü oynuyorum sadece… İçimde birçok insana karşı samimiyetin, güvenin gramı yok. Bulunduğum iş dünyasında gerçek yüzümü gösteremem, öylesine çevrilmişim ki hayatta kalma hendekleri ile, gerçek ben olamam hiçbir zaman. 

Aslında çok zor olmadığın biri gibi davranmak, hem de bunu sürekli yapmak. Ama benim için böyle değil, benim için çok doğal bir şey bu. Yemek yemek, yürümek gibi sıradan, kolay yapılası şeyler. Bu duyguya nasıl vardım, nasıl böyle biri oldum, bunu sadece ardımda bıraktığım onca yıl yanıtlayabilir.   


Bazen aynanın karşısında saçlarımı uzun uzun tararken buluyorum kendimi. Gülmüyorum o anlarda, yalanlar söylemiyorum kimselere, makyajsızım… Ellerim saçlarımın arasında dolaşırken, unutmak istemediğim şeyi tekrarlıyorum, Zehra Zehra Zehra… 

                                                                                                             
                                                                                                            02.03.2016
                                                                                                            Atilla ELTUT

2 Mart 2016 Çarşamba

METAFOR 2.3 - Mutfak


O sabah gözümü açtığımda etraf hala karanlıktı. Gecenin karanlığı gibi değil; farklı bir karanlık, sanki üzerimde siyah bir örtü vardı da ondan göremiyordum. Dışarıdan gelen seslere göre çoktan sabah olmuştu. Mutfaktan tanıdığım ne kadar kap kacak varsa bir aradaydık, kaba alelade bir çuvalın içinde, siyah bir çuval. Herkes kahvaltı masasında olması gerekirken neden burada olduğunu soruyordu birbirine. Telaş ve korku içindeydik. Bir süre sonra hepimiz bağırmaya başladık. Düzenli olarak bir şeye, duvar gibi bir şeye çarpıyorduk, her çarpmada çığlıklarımız daha da artıyordu. Ses dayanılır gibi değildi.

“Üç gün oldu mu?” diye sordu aramızdan biri yorgun bir sesle, oldu herhalde dedim, ya da bize üç gün gibi geldi.  Yaşlı bilge çini mavisi çaydanlığın davudi sesiyle hepimiz kıpırdandık. “Arkadaşlar daha düne kadar her şeyin yolunda gittiği, huzur içindeki hayatlarımızı yaşar, işlerimizi yaparken bugün nerde olduğumuzu bile bilmiyoruz. Eski güvenli hayatlarımıza, sıcak mutfağımıza dönebilmemiz için haklarımızı bilmeli, harekete geçmeliyiz. Bize bir açıklama yapmak, bilgi vermek zorundalar.”  Hepimiz bilge çaydanlığı alkışladık, avazımız çıktığı kadar bağırıp onu desteklediğimizi söyledik.  Evet açıklama istiyorduk, bu belirsiz korku dolu durumdan kurtulmak, evimize mutfağımıza dönmek istiyorduk. Bağırdıkça, sesimiz çıktıkça daha az korkmaya, rahatlamaya başladık.

Karanlığa iyice alışmıştı gözlerimiz.  Bilge çaydanlıkla göz göze geldik bir an, gülümsedi bana. Ben çok şanslıydım; yaşlı bilge çini çaydanlığın demlediği çayları süzdüm yıllarca. Sahip işimiz bitip de hepimizi yıkayıp temizledikten sonra rafa kaldırırdı yan yana, tüm çay takımını. Beni de çaydanlığın kulpuna takardı.

El ayak çekilince başlardı yaşlı bilge çini çaydanlık anlatmaya; her gece bir hikaye dinlerdik. Binbir Gece’den, Andersen’den masallar anlatırdı. Bazı geceler de dünyayı dolaşırdık dinlediğimiz hikayelerle; Yunan Tanrılarıyla İda dağlarına çıkar, Meksika masallarıyla Maya uygarlığına gider, ordan Hindistan’a Afrika’ya uzanır, sonra taa dünyanın çatısına, kuzey kutbuna gider, Eskimolarla ateşin başında oturur, onların çocuklarının dinlediği masalları dinlerdik beraber. Ne güzel günlerdi.

Mutfağın diğer ucunda olanlar için üzülürdüm, duyamazlardı bizi. Hele porselen takımı, çok değerli oldukları için özel bir dolapta saklardı onları sahip, ve özel günlerde çıkarlardı sadece o dolaptan. Salondaki büyük masaya gitmeden önce mutfak masasına dizilir son bir kontrolden geçerlerdi. Hiçbirimizle ilgilenmezler sadece kendi aralarında konuşurlardı. Tek bildikleri nasıl itaat edileceğiydi. Birbirlerine anlatacak hikayeleri yoktu.

                                                                                                          Yelda UGAN
                                                                                                            24.02.2016

1 Mart 2016 Salı

METAFOR 1.4 - Boş Otobüs


Kapısı gıcırdayarak açılan bir otobüs bu. Yeni olanların hiçbirinde gıcırdamaz kapılar. Üstelik kapının açıldığına dair tek bir uyarısı yok. Yanında durana çarpsa da umursamıyor, zorluyor açılmak için. İnmek isteyen kaç kişi telef oldu kimbilir.

Koltukları eksik, inenlerin bazıları bir koltuk söküp götürmüş yanlarında. Taşıdıkları ağırlığa katlanamayınca da bir çöp konteynırının yanına atıvermişler tertemiz, yepyeni koltukları.

Ön taraftaki kalmış birkaç koltuk kir, pas içinde. Hepsinde ayrı bir desen. Bunlara oturanlar yanlarında götürecek kadar önemsememişler yerlerini belli ki.

En öndeki, en kirli olan koltuğa dokunuyorum usulca. Titriyor otobüs, o eski tıs sesini duyuyorum.

En arkaya ilerliyorum elimi çekip. En arkadaki koltuklar tertemiz. Bu otobüse ait değiller, belli. Yepyeni hepsinin döşemeleri. Tek bir leke yok üstlerinde. Dokunuyorum korkarak. Bir çiçek kokusu kaplıyor otobüsteki puslu havanın üzerini. Usulca gülümsediklerini hissediyorum koltukların. Kir pastan görünmeyen camlara çizilmiş çiçek desenlerini fark ediyorum.

Yine de yıpranmış bir otobüs bu. Kimsenin binmek istemeyeceği türden. Binenlere ise açıyor en güzel çiçeklerini düşünmeden.

                                                                                                                       Dünya
                                                                                                                   24.02.2016

28 Şubat 2016 Pazar

METAFOR 1.3 - Otobüs


O kadar dedim “ Benden gelin arabası olmaz!...” diye, dinletemedim benim hanıma. Yazıktır, sevaptır diye kandırdı beni, hoş kanmak da denmez, çaresizlik benimkisi düpedüz.
Tamam bu pazar çalışmıyorum, vardiya da yok bu mevsimde fabrikada, ama ertesi gün onca insanı toplayıp işlerine götüreceğim, koskoca fabrikanın personel servisiyim bugüne bugün. Boru değil ya bu!..

Bir keresinde muhasebe müdürünün annesi de bindiydi, hastaneye gidecekmiş kadıncağız. Kontrole. Çok beğendiydi koltuklarımın desenini, camlarımın temizliğini falan. Telefonda konuşurken duydum, oğlumun servisindeyim diye açtı telefonunu gururla. Ya yine binesi tutarsa müdürlerden falan birisinin tanıdığının… Unutulmuş bir düğün pastası kırığı, limonata lekesi görürse ya? Sabah 06:00’da hareket. O gece uyku yok bana, sabaha kadar temizlik.
Bir de kuaförden alacakmışım gelini, ordan da mahalleye. Çoluk çocuk, torun torba doluşurlar şimdi, batırırlar her tarafımı. Hem nereye park ederim, nasıl dönerim o daracık sokaklardan. Hey Allahım!

Dün damat aradı, gülüyorum artık sinirden, “Abi benim bir tanıdığım var gelin arabası süsleyen, epey de indirim yapacaklar.” dedi. Pes artık!

Arkasından gelinin kız kardeşi aradı bir telaş, aman da bir iş bitirmiş edasıyla “Abi ben konvoyda çalacağımız kasetleri ayarladım sen merak etme.”, sanki Tarkan’ın konser organizasyonunu halletmiş on tırla geldiği. Yahu ne konvoyu! Kuaförden salona dedim, tamam bir de mahalleye “Yok abi olmaz öyle şey, şöyle havalı havalı kornaya basıp caddede bir iki turlamadan…  Cık cık cık el alem ne der sonra.”


“Ne eli ne alemi be kadın!” diyecektim ki, hanım “Sevaptır bey!” dedi. 

                                                                                                          Yelda UGAN
                                                                                                            24.02.2016

METAFOR 1.2 - Çöp Kamyonu

Otomatik çalışan ilk çöp kamyonu, İstanbul (1936)

(Bu hikayede çöp kamyonunu öğrenciye benzetilerek içindeki çöplerle eğitim sistemi eleştirilmiş ve iş hayatının insanları nasıl değiştirdiğine vurgu yapılmıştır.)


Ara sokakta ağır ağır ilerleyen bir çöp kamyonuyum, Perşembe günü saat 18.20’de. Paslı gövdem ve motorumdan çıkan isyan sesleriyle yılların yükünü sergiliyorum. Pek başka seçeneğim olduğundan değil ama yavaşça dolaşıyorum soğuğun ıssızlaştırdığı sokaklarda. Üstüme vazife olanı yapıyorum; iki yüz metrede bir durup benim için bırakılanları topluyorum bünyemde. Yolda sokakta rastlayan veya sesimi duyup camından bakan fark etmiyor ama büyük çabalar veriyorum bu gövdeyi ayakta tutmak için. Dışarıdan bakan, büyük kasamda duran ve burunlara pek iltifat etmeyen kokusuyla çöpleri görüyor bir. Oysa ben büyük yudumlar aldığım benzinimle, tek bir fire vermeden tutmaya çalışıyorum iyi bir banyoya ihtiyaç duyan arkadaşlarımı. Biliyorum mecburum bunu yapmaya. Başkaları için bu fedakârlığı yapıp, onlara iyi gelecek günler bırakmaya. Evet, bu eski kasam çok dayanmayacak belki. Uykuya dalmak üzere olan insanlar gibi son bakışlarımı atıyorum dünyaya, biraz daha paslanarak. Ama az kaldı. Biraz daha yaşlanınca beni alıp yeni bir kasaya çevirecekler. Önce parçalayacak sonra eritecek ve en son yeniden dökecekler. Ve işte o zaman yeni kasamla yeni bir amaca hizmet edeceğim, biraz da o şekilde hayatta kalacağım. Kim bilir ne kadar sürecek ikinci hayatım bilinmez. Ama ben şuan koca bir amfide oturmuş bu hayatının son sınavını verebilmek ve daha sonra yeni biri olarak iş hayatına atılmayı bekleyen uykulu bir çöp kamyonuyum…

                                                                                    Nurdan FATOĞLU
                                                                                         24.02.2016

27 Şubat 2016 Cumartesi

METAFOR 2.2 - Orkestra

Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası (2012)

Şu sıralar koca bir orkestra gibiyim. Bir taraftan, hayatın notaları üzerine 20 yıllık tecrübem. Diğer yanda enstrümanımın çıkardığı bozuk akort sesleri. Düşünüyorum da, tek benim mi seslerim yanlış çıkıyor? Yalnız olsam yanlış olmam detone etmezdi belki hayatımı. Oysa koca bir orkestra. Ağır… Tın… Tın… Tın… Sessizlik. Herkes yakalamalı birbirinin notasını. Kimisi kaçırıyor geç kalıp. Kimi erken basıyor tuşlara… Dinlemiyor çünkü kimse bir başkasının ritimlerini. Duymak istemiyor belki de. Belki de bir özgürlük tonu tüm aradığı.

Bir orkestra, yalnız başına üflediği uzun bir yalnızlık gerektirir insana. Bir başına kalmışlık. Kendi ritmini tutturamayan, bir başkasının başını ağrıtır. Neyse ki hayat tek bir enstrümana sığdırmıyor tüm ömrü. Roller değişiyor bazen. O ilk aldığı enstrüman, kılıfına sığmıyor. Bambaşka bir enstrüman oluyor. Seni de değiştiriyor zamanla. Kılıfına sığmadığı zamanlar oluyor ruhunun. Kimi besteler silinmiyor aklından, arka cebinde taşıyorsun onları, içlerine sıkıştırdığın anılarınla beraber.

Kimi sesler de içinde yankılanıyor. Kaçamıyorsun. İnsan ne kadar uzaklaşsa da kaçamıyor seslerden. Nefesin yetmiyor bazen üflemeye. Dostunun kıymetini bilmen için gerekiyor bazen soluk soluğa kalman. Yırtılıyor kimi zaman tellerim. Yarısı kopuk tellerimle bekliyor öylece orkestra. İçinde kopuyor kimi zaman teller. Ruhunun en ücra köşelerinde. Gaipten gelen birkaç sesin ardından. Akustik yaşıyorsun bazen hayatı… Tek bir notayla sıkıcı olurdu zaten. Notaların zıtlıkları değil mi zaten, bu akordu bozulmuş hayatları dinlenebilir kılan?

                                                                                                   Haşim VERGİLİ
                                                                                                        24.02.2016

26 Şubat 2016 Cuma

METAFOR 2.1 - Dünyanın En Güzel Şovu


“Metafor 2” serisinde yazan kişiyle ilgili (kendisi, ailesi, çevresi, işi, okulu vb.) olan bir şey, başka bir şeye benzetilerek anlatılmıştır.


Biz dünyadaki bütün insanların sabırsızca izlemek istediği, ülkesine gelsin diye dua ettiği mükemmel bir gösteriyiz. Dışarıdan bakıldığında gülümseten bir renk cümbüşüyüz. Bünyemizde her çeşit gösteri bulunuyor, her kesime bir şekilde hitap edebiliyoruz.

Başımızda ‘’Eşref Saati’’ var. Grubun lideri o. İrili ufaklı köstekli saatlerini gözlerinizin önünde yuvarlayarak bir aslanı bile uyutup minik bir kediye çevirebilir. Sizi bir maymun olduğunuza ikna edebilir veya bir kuş olduğunuza. Aramızda kalsın ama işin sırrı her zaman yumuşak ve kalbinize dokunan bir tonda tuttuğu sesi. Ve belki bir de, okyanusu andıran gözleri. Kendisi ilginç bir adamdır ama bizi bir arada tutan da odur.

Onun sağ koluna gelirsek, adı ‘’Çavuş’’. Lakabı sizi aldatmasın kendisi bir kadın. Bütün gösterinin akışını, sirkin düzenini o ayarlıyor. Kendi gösterisi nedir mi dediniz? Bir şeyler yutmak! Midesi o kadar büyük ki gözlerinizin önünde koca bir bıçağı zorlanmadan yutabilir. Sadece bıçak olsa iyi, bazı efsanelere göre sirki ilk kurduklarında koca bir masa yutmuş! Evet, biliyorum ne kadar güçlü bir sindirim sistemi değil mi?

Daha sonrasında bizler geliyoruz. Sarmaşık, İpler Kraliçesi, Şaklaban, Mucit ve bendeniz Medusa. ‘’Sarmaşık’’,  sert bir görünüşe sahiptir ama şeker gibidir. Ciddi bir disiplinle çalışır ama göz göze geldiğinizde size göz kırpmayı veya gülümsemeyi es geçmez. Aynı anda şaklattığı iki kırbacıyla komut vererek penguenleri dans ettiriyor. Çok saçma geliyor kulağınıza belki ama kesinlikle izlemek için para ödemeyi isteyeceğiniz kadar ilginç.

‘’İpler Kraliçesi’’, hem görünüşü hem de yaptığı gerilim dolu gösterilerle yüreğinizi hoplatabilir. Çünkü o minik bedenin, metrelerce yükseklikteki ip üzerinde attığı taklalar her kalbin dayanabileceği türden değil. Bir gün nasıl bu kadar cesur olduğunu sorduğumda, sadece kaybetme riski olduğunda gerçekten yaşadığını hissettiğini ve bunun cesaret değil aslında mutlu olmak için kendince bulduğu bir kestirme olduğunu söylemişti. Onu pek anlayamıyorum…

‘’Şaklaban’’, adından da belli olduğu gibi iki saatlik gösterimizin rahatlatma noktası. Giydiği uyumsuz smokinler bile sizi güldürebilir. Ama inanın bana kıyafetlerinin aksine sevecen tavırları, esprileri ve hafif sulu şakaları son modadır.

‘’Mucit’’, bizim ailemizin en küçüğü, aynı zamanda sirkin beynidir. Matematikten fiziğe her konuda çok başarılıdır. Elindekilerle yeni şeyler üretmeye bayılır. İzleyicilerden topladığı ilginç eşyaların birleşiminden mucizeler yaratmak onun işi. Bir keresinde, bir mendil, bir parfüm şişesi ve bir çatal kullanarak bir gitar yaptığını görmüştüm. Ne beceri ama! İleride parlak bir bilim insanı olur belki de kim bilir?

Gelelim bana… Bana ‘’Medusa’’ diye seslenirler ama kimseyi taşa dönüştürdüğüm yok. Sadece saçlarımı benzetiyorlar. Çünkü vücudumda gezen elektrik yüzünden sürekli hareketli ve diken gibi oluyorlar. Evet şaşırmayın, normal insanların aksine elektriği vücudumda fazlaca barındırıyor ve bu şekilde bir ampulü bile bir dokunuşla yakabiliyorum. Sebebi doktorlar tarafından bulunamadı ama ailem hep, benim üretimimde bir imalat hatası yaptıklarını söylerlerdi. Belki de doğrudur, ne dersiniz?

Ve işte bizim gezgin ailemiz. Bir o kadar güzel, bir o kadar korkunç. Birbirimizden her ne kadar farklı olsak da bir çadırın ayakta durmasını sağlayan demirleriz her birimiz. Birimiz bile eksik olsa dengemizi sağlayıp çadırı kuramaz, insanları bu muhteşem gösteriden mahrum bırakırız… 

                                                                                                     Nurdan FATOĞLU
                                                                                                            24.02.2016

25 Şubat 2016 Perşembe

METAFOR 1.1 - Yeter Artık Binmeyin!


"Metafor 1" serisinde bir durum metaforla anlatılmıştır.


Öyle yavaş yanaşıyorum ki durağa durduğumu sanıp binmek için telaşlanıyor durakta bekleyenler. Her iki elini Pazar alışverişi torbaları ile doldurmuş teyzeler, kasketinin altında sakal sarmış yanağını sıvazlayarak sigarasından son bir fırt alıp yere fırlatarak, hani son kez ayakla söndürmek için basılır ya işte onu bile yapmadan, kapıma doğru hareketlenen amcalar…

Bir an bende durduğumu sanıyorum ama önümdeki otobüsün hareket edip kalkar gibi yapması ile hadi biraz daha ilerleyeyim diyorum durağın ortasına doğru. İşte o an bekleyen yüzlerdeki hayal kırıklıkları, küçük kızma ve öfke ifadeleri camlarımdan içeri giriveriyor…

Yok bugün ne yapsam ne etsem de bitmeyecek bu duraklar, bitmeyecek bu sefer, üzerimdeki yılgınlık bitirdi beni… Her sabah gördüğüm nazlı güzeli de görememişim üstüne üstlük. Bundan önceki üç durakta olduğu gibi isteksizce açıyorum kapılarımı çatur çutur sesler içinde. Güya bakım yaptılar dün, yağladılar her yanımı. Belki de yağlar gibi yaptılar, yağda yumurta pişirip yediler bilinmez ki!

İşte biniyorlar adım adım. Biipp geç! Tiipp geç, Zaartt ay yanlış kart bastım, dur nerdeydi! Yahu ben hep insanlarla mücadele etmek zorunda mıyım, kendi dertlerim yetmiyormuş gibi bir de onların dertleri yükleniyor her binen yolcuyla üzerime…

İşte şu genç kız, belli ki sevgilisi ile küsmüş, bin bir şey geçiyor aklından. Ya şu gence ne demeli, takmış kulağına mikrofonu sanki dünya ile alakam yok diyor ama cebindeki son on liranın derdine düşmüş kara kara düşünürken beynine müzik zerk ediyor…

Yeter artık binmeyin! Yüklenmeyin üzerime! Geç amca geç, geç de kapatayım şu kapıyı! Daha sekiz durak var, bitmez bu yol, bitmez bu sefer!

Çeksem yolun kenarına dursam, inin aşağı desem. Baksalar sersem sepelek yüzüme, tekrarlasam inin yahu inin! Boşaltın beni, alın dertlerinizi gidin başka bir otobüse yükleyin. Bomboş kalayım! Sussun kemiklerimin sesi, sussun beynimdeki uğultu, sessizliğimde dertlerime son vereyim…


                                                                                                            Atilla ELTUT
                                                                                                            24.02.2016
                                                                                                     

23 Şubat 2016 Salı

NESNELER .2 - Üç Boyutlu Gözlük


"Nesneler" serisinde; masaya konulan oje, hesap makinesi, oyuncak kedi, makas, ağız maskesi, 3D gözlük ve kestane izlenilerek bir hikaye oluşturulmuştur.


Çocukken farklı olmaktan korkardım. İnsanlardan farklı düşünmekten, farklı konuşmaktan, farklı yollar seçmekten… Farklılık yanlış gelirdi hep. Sanki insanlar görünce farklı yanlarımı, sevilmeyeceğimi ayıplanacağımı düşünürdüm. Kendime kızardım zaten var olanla yetinmek yerine neden her şeyi sorguluyorum, değişmek istiyorum diye. Belki de ailem, büyüdüğüm yer yüzünden böyle olmuştur kim bilir. Çünkü benim memleketim gibi küçük şehirlerde her hareket bir ölçüte göre belirlenirdi: “Başkaları ne der?” İnsanların beğenisine göre hazırlanan televizyon şovları gibi biz de hayatlarımızı başkalarının beğeneceği şekilde yaşarız. Dikkat çekmeden ama imrendirerek. Konuşma biçiminle, okuduğun okullarla, tanıdığın insanlarla hatta yediğin yemeklerle bile başkalarının beğenisini kazanmayı beklersin. İşte bu yüzden farklı olmaktan korkarsın. Herkes yapıyorsa doğru olan, saygın olan odur çünkü.

Benim durumum bu noktada farklılaşıyor sanırım. Küçüklüğümde korkularımla kendi sesimi bulamasam da zamanla tabularımı tek tek yıkmayı başardım. Bunu ilk, normal kız çocukları gibi evde oturup oyun oynamak yerine erkek çocuklarının peşinden ağaç tepelerinde düşe kalka gezdiğim günler yaptım. Çünkü ben “kız kısmısı” değildim ki uslu uslu oturayım.

“Kız kısmısı dolaşmaz erkeklerin peşinde, üstü başı pislik içinde gezmez kız kısmısı!”

Ben geziyordum ama işte. Çünkü hayatın sokakta akıp gittiğini, bir yerinden yakalamak gerektiğini anlamıştım daha o yaşlarda. O zaman çıkmıştım televizyon şovunun içinden. Ne zaman ki hayata iki parmakla da olsa tutununca biraz daha kendim gibi olduğumu fark ettim, işte o zaman taktım üç boyutlu gözlüklerimi korkusuzca. Çünkü o zaman her şey rengârenkti. Sobadan çıkıp göğsünü yakan o duman bile masmavi bir buluttu gökyüzünde süzülen. İnsanlar iki renkle yaşayabilirdi belki, siyah ve beyaz. Ama ben gökkuşağını görmüştüm artık. Ne gerek vardı tekrar görmek için sessizce yağmuru beklemeye. Gökkuşağı hayatın içinde gizliydi ya zaten. Sadece insanların gözü bozuktu ve gözlüklerini takmaya üşeniyor, korkuyorlardı.

Keşke farklılıklara gözlerini yumup onları yok saymak yerine merakla baksalardı, dinleselerdi. Belki o zaman anlatabilirdim, sokakta kahkaha atan küçük kızın da, trafikte söylenen dolmuşçunun da, sevgilisiyle el ele yürüyen delikanlının da birer gökkuşağı olduğunu. Onların özünde yoldan çıkmış, utanç kaynağı biri olmasaydım yapabilirdim belki. Ama gökkuşağını hiç görmemiş birine tarifini vermek zordur. Bir yerden sonra bezdirir insanı. Benim de sonum bu oldu; pes etmek.

Şimdi ise haritada işaretli olan yolların dışında ilerliyorum tek başıma. Kendi haritamı yazıyorum. Yolda karşılaştığım yolcular oluyor elbet ama bir dönemeçte kaybolup gidiyor onlar da. Sakın yanlış anlaşılmasın pişman değilim asla. Çünkü inanıyorum ki Yeni Dünya’yı keşfeden denizciler gibi ben de kendi yeni dünyamı, ait olduğum yeri bulacağım bir gün. Şimdilik bana düşen ise üç boyutlu gözlüklerimi düzeltip, yol boyunca şahit olduğum filmlerin keyfini çıkarmak… 


                                                                                     Nurdan FATOĞLU
                                                                                             17.02.2016