O sabah gözümü açtığımda etraf hala karanlıktı.
Gecenin karanlığı gibi değil; farklı bir karanlık, sanki üzerimde siyah bir
örtü vardı da ondan göremiyordum. Dışarıdan gelen seslere göre çoktan sabah
olmuştu. Mutfaktan tanıdığım ne kadar kap kacak varsa bir aradaydık, kaba
alelade bir çuvalın içinde, siyah bir çuval. Herkes kahvaltı masasında olması
gerekirken neden burada olduğunu soruyordu birbirine. Telaş ve korku
içindeydik. Bir süre sonra hepimiz bağırmaya başladık. Düzenli olarak bir şeye,
duvar gibi bir şeye çarpıyorduk, her çarpmada çığlıklarımız daha da artıyordu.
Ses dayanılır gibi değildi.
“Üç gün oldu mu?” diye sordu aramızdan biri yorgun
bir sesle, oldu herhalde dedim, ya da bize üç gün gibi geldi. Yaşlı bilge çini mavisi çaydanlığın davudi
sesiyle hepimiz kıpırdandık. “Arkadaşlar daha düne kadar her şeyin yolunda
gittiği, huzur içindeki hayatlarımızı yaşar, işlerimizi yaparken bugün nerde
olduğumuzu bile bilmiyoruz. Eski güvenli hayatlarımıza, sıcak mutfağımıza
dönebilmemiz için haklarımızı bilmeli, harekete geçmeliyiz. Bize bir açıklama
yapmak, bilgi vermek zorundalar.”
Hepimiz bilge çaydanlığı alkışladık, avazımız çıktığı kadar bağırıp onu
desteklediğimizi söyledik. Evet açıklama
istiyorduk, bu belirsiz korku dolu durumdan kurtulmak, evimize mutfağımıza
dönmek istiyorduk. Bağırdıkça, sesimiz çıktıkça daha az korkmaya, rahatlamaya
başladık.
Karanlığa iyice alışmıştı gözlerimiz. Bilge çaydanlıkla göz göze geldik bir an,
gülümsedi bana. Ben çok şanslıydım; yaşlı bilge çini çaydanlığın demlediği çayları
süzdüm yıllarca. Sahip işimiz bitip de hepimizi yıkayıp temizledikten sonra
rafa kaldırırdı yan yana, tüm çay takımını. Beni de çaydanlığın kulpuna
takardı.
El ayak
çekilince başlardı yaşlı bilge çini çaydanlık anlatmaya; her gece bir hikaye
dinlerdik. Binbir Gece’den, Andersen’den masallar anlatırdı. Bazı geceler de
dünyayı dolaşırdık dinlediğimiz hikayelerle; Yunan Tanrılarıyla İda dağlarına
çıkar, Meksika masallarıyla Maya uygarlığına gider, ordan Hindistan’a Afrika’ya
uzanır, sonra taa dünyanın çatısına, kuzey kutbuna gider, Eskimolarla ateşin
başında oturur, onların çocuklarının dinlediği masalları dinlerdik beraber. Ne
güzel günlerdi.
Mutfağın diğer ucunda olanlar için üzülürdüm, duyamazlardı bizi. Hele porselen takımı, çok değerli oldukları için özel bir dolapta saklardı onları sahip, ve özel günlerde çıkarlardı sadece o dolaptan. Salondaki büyük masaya gitmeden önce mutfak masasına dizilir son bir kontrolden geçerlerdi. Hiçbirimizle ilgilenmezler sadece kendi aralarında konuşurlardı. Tek bildikleri nasıl itaat edileceğiydi. Birbirlerine anlatacak hikayeleri yoktu.
Yelda UGAN
24.02.2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder