"Kelimeler 2" serisinde verilen kelimeler sırasıyla kullanılarak hikayeler oluşturulmuştur.
Kelimeler:
-Garip
-Borazan
-Kaval
-Karanlık
-Duş
-Ayakkabı
-Ateş
-Çarşaf
-Taksim
-Palto
----o----o----o----
Bugünün adı "garip", hiçbir şeye benzemiyor. Kokusu bile yok! Uzun bir süredir günlere isim veriyorum. Yan koğuştaki, her gün merdivenleri sayıyor sonra da koridorda adımları. Benimki daha kolay. Günün götürdüğü yere atfen o güne isim veriyorum. Anlamadım diye üzülmeyin bence; doktorlar da anlamıyor. Doktor dedim de aklıma geldi; dünün adı "borazan"dı. Doktor dünkü seansı bize müzik dinleterek başlattı, hepimiz nasıl kıkırdadık anlatamam. Şöyle Müzeyyen Senar’dan, Münir Nurettin’den dinleteydi ya! Bütün üflemeli çalgıları sırayla üflüyordu, en kalından en inceye. Çok anlamam ama sanki borazandan kavala, sonra en inceden en kalına, kavaldan borazana... Bu tekrar etti durdu seans boyunca. Üzülmesin diye bir şey demedik doktora. Yeni bir uygulama zahir!...
Beni ilkokulda bando takımına almadılardı
da, ben de mahallenin delisi Ali’nin borazanını çalmak istedim de Ali
vermediydi. Ben de günün ismini Ali koymadım...
Burası 1800’lerin sonunda Fransızlar
tarafından yapılmış çok eski, tarihi bir bina. Osmanlı İmparatorluğu’nun hem
ekonomik hem de siyasal bunalıma sürüklendiği yıllar... O yıllarda Avrupalı
olarak İstanbul'a gelmek, seferber edilmiş tüm imkanlarla ağırlanmak; değer
görmek için yeterdi. Hele bir de onların yani Avrupalıların Devlet-i Erkanı
bir proje için heyet gönderdiyse neredeyse bizim devletlümüz karşılardı gemilerden
inen ekibi. Bu hastane de böyle yapılmış işte... Hasta kadın ve yaşlılara sosyal
hizmet adı altında başlamış proje. Yıllar içinde de hastane bu şeklini almış. Şimdilerde
de sadece biz kaldık; "deliler"...
Ne diyordum? Hastaneyi anlatıyordum. "İstanbul’da
kalan az sayıda tarihi hastanelerden biri." diyor dışarıdan gelenler; "Çok
güzel, çok özel!" . "Zamanın Ermeni ustaları yapmış şu alçıpanları." diye
hayranlıkla gösteriyorlar birbirlerine. Ben de bozuk duşları göstermek
istiyorum onlara ama kimse benimle banyolara kadar gelmiyor.
Ben en çok bahçesini seviyorum bu
hastanenin; yüzlerce çiçek var her tarafta, yaz kış asırlık çınar ağaçları...
Hava güzelse günde iki saat bahçede kalmamıza izin veriyorlar. Ben de
ayakkabılarımı çıkarıp -kimse görmeden çoraplarımı da- toprağa basıyorum. Öyle
hoşuma gidiyor ki; rahatlıyorum. Bir de ziyaretçilerle bu bahçede görüşüyoruz
çoğu zaman. Ziyaret günleri… dışarıdakilerin hastalandığı günler.
Burada her ay hastanenin farklı bir
bölümünde çalışıyoruz. Ben en çok bahçede çalışmayı seviyorum. Mutfaktan
hoşlanmıyorum çünkü ateşten korkuyorum. Çamaşırhanede çalışmak da güzeldi. Mis
gibi deterjan kokan çarşafları asarken kendimi reklamlardaki Ayşe teyze gibi
hissediyordum, elimde Ace çamaşır suyu şişesi... Sanki sanırsın; Lokman hekimin
ölümsüzlük iksiri. Her neyse hastaneye kurutma makinaları alındığından beri hiç
zevki kalmadı oranın. Ben de görevler taksim edilirken her ay başı, bana bahçe
çıksın diye dua ediyorum.
Burda her yıl kermes düzenleniyor.
Hastanenin bahçesinde. Nisan ayında. Bilseniz nasıl güzel oluyor her şey, nasıl
bir cümbüş yaşanıyor! Hastane kurulurken kiliseden de sosyal yardım fonu
alındığından, o zamandan beri burada gönüllü Fransız hemşireler çalışıyor.
Kermes de bu gönüllü kadınlara destek vermek için düzenleniyor. Ben de çorbada
tuzum olsun dedim; ikinci el standından bir palto aldım kendime 10 liraya.
Yelda
UGAN
09.12.2015
09.12.2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder