
(Sadece üzgün bakış açısıyla yazılmıştır.)
İnanamıyorum kendime, neden buradayım?… Aslında hayatımın birçok gününü geçirdiğim okulumdayım; ama bugün burada olmamalıydım…
İnanamıyorum kendime, neden buradayım?… Aslında hayatımın birçok gününü geçirdiğim okulumdayım; ama bugün burada olmamalıydım…
Daha
dün en yakın arkadaşımı, Salih’imi toprağa verdim. Mezarına toprak atarken
yanan yüreğimin sıcaklığı hala tenimi yakarken nasıl oldu da bugün okula
gelebildim!... Belki de Salih’i yaşatmak ya da yaşadığına kendimi inandırmak
için…
Şu an
oturduğum koltukta çoğu zaman o otururdu. Nasıl da farklı geliyor şu an her şey
bana!… O burada oturduğunda tam karşısına gelen duvardaki yazılara mesela,
dikkat eder miydi? Sık sık okur muydu duvar kâğıdında serpili duran onlarca
kelimeyi?… Public… Media… Message…
Ya ben
ne hissediyorum şu an? Onsuz bir güne nasıl alışacağımı mı çözmeye çalışıyorum?…
Oysa anılar beynimde koşuşurken, onsuzluğa bu kadar kolay alışabilir miyim?...
Şu karşımda duvara yaslı duran iki kırmızı koltuğun bana aşkı hatırlattığını
söylediğimde, ne çok gülmüştü…
“Öyleyse
şu şeffaf mavi koltuklara bak ve ne hissediyorsun hemen söyle bay aşk!” demişti hemen.
Gülerek
birbirimize bakmış ve ikimiz de aynı anda “bardak” demiştik kahkahalarla. Aynı
koltuklar, aynı renklerle yerlerindeler yine. Ben de buradayım ama onlara
bakarken aynı şeyleri hissetmiyorum, gülemiyorum.
Tavandaki
sıra sıra istavrit gözü parlaklığındaki lambalar üzerime iniyor. Koridorun
sonunda duvarın köşesinde duran yangın söndürme tüpüne takılıyor gözlerim. Hani
askerlikte nöbet tutturulan zorunlu yerler vardır ya; işte tam da öylesine
oraya konulmuş ve kımıldamadan günlerdir, aylardır unutulmuş orada duruyor
sanki. Alsam onu oradan, sıksam yüreğime… Bembeyaz kar gibi örtüverse acımı; hem o kurtulacak nöbet esaretinden hem ben üzerini örteceğim belki dünün…
R. Atilla ELTUT
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder