30 Aralık 2015 Çarşamba

KELİMELER 2.4 - Apartman


Ne karışık, anlaşılmaz ve bir o kadar da berbat bir gün Allah'ım. Bir yandan sürekli ayaklarımın etrafında dolaşan, dilini uzatarak sevgi bekleyen havlayışı ile Garip ’in sesi. Diğer yandan yan komşumuz Erdal Bey’in -ki biz onun adını Entel Erdal takmıştık- oğlunun okul bandosu hevesiyle, evlerin kağıdı andıran duvarlarının inceliğini fırsat bilip, borazanın sesini bütün binaya duyurma telaşı. Öte yandan da günlerdir ağrıyan kaval kemiğimin zonklama sesi arasında çıldırma safhasındaki, ben!...

Garip’ten kısa bir süre kurtulup hava almak umudu ile pencereye yaklaşıyorum. Geceye eşlik eden soğuk havanın boğazımdan içeri yakarcasına girdiğini hissediyorum. Olsun olsun! şu an buna öyle öyle ihtiyacım var ki diyorum ve daha çok çekiyorum içime…

Garip yine peşimde, günlerdir de ilgilenemedim onunla. "Gel bakalım şöyle kucağıma." deyip sevmeye başladığım anda kapının zil sesi ile irkiliyorum. Sanki eli zilde basılı kalmışçasına sürekli çalıyor. Garip’le birlikte pencereyi bırakıp kapıya koşuyoruz. Açar açmaz bir de ne göreyim üst katta oturan arada bir merdivenlerde karşılaşıp selamlaştığımız adam belinde havlu, başında köpüklerle karşımızda duruyor!... Garip şöyle bir adama bakıp sonra başını kollarımın arasına sokuyor, tahmin ederim ki gülüyor.

"Kusura bakmayın, böyle görünce lütfen yanlış anlamayın, duştaydım birden sular kesildi, sizde akıyor mu acaba diye sormaya geldim."

Allah'ım! Ne düşüneceğimi bilemiyorum. Bizde su akıyorsa ne olacak ki! Girip duş almaya devam mı edecek? Ya da suların akıp akmadığını öğrenmeye bu halde mi gelinir?

Bir yandan borazan sesi, diğer yandan kapımda belinde havlu ile duran bir adam. İnanılır gibi değil! Ne apartman! Bir an gözlerim adamın havlusundan kayıyor ve ayaklarına doğru bakıyorum. Hayal mi  gerçek mi olduğunu anlayamadığım kostümün altına parlak mokasen ayakkabı giymiş. Düşünebiliyor musunuz, köpüklü baş, belde havlu ve parlak siyah mokasen ayakkabı!… Bilmiyorum şaşkınlığımın üzerinden ne kadar zaman geçmişti ama dudaklarımı zor toparlayıp konuşabiliyorum:

"Tamam, beyefendi siz biraz öyle kalın, ben bakıp geliyorum suya."

Banyoya giderken Garip’i yatak odasına, çarşafını daha yeni değiştirdiğim yatağımın üzerine hızlıca bırakıyorum. O da bir anlam veremiyordur mutlaka şu an bu olanlara ama bu durumda nasıl davranılır, ne yapılır bilmiyorum ki…

Musluğa uzanıyorum, su akıyor bizde. Banyodan kapıya dönüş yolunda bir an aklımdan, acaba yalan söylesem mi diye geçiriyorum. Sular akmıyor mu desem. Ya akıyor dersem de içeri girmek isterse. Yok artık! Olmaz diyorum ama eminde değilim. Bu halde kapıma geldiyse onu da yapabilir. Borazan sesi hala devam, hem de hangi notalara basıyorsa artık sanki giderek de artıyor…

Kapıya geldiğimde artık çılgınlıkta son nokta ile karşılaşıyorum. Adamın elinde nerden bulduğunu çözemediğim bir sigara ve ateşiniz var mı diye soruyor. Ben ya rüyadayım ya da kamera şakası sanırım bütün bunlar…

Tam o anda yan komşunun kapısı açılıyor ve Ayşe Teyze elinde bir tabakla çıkıveriyor. Beli havlulu, elinde sigaralı adamın yanında durup;

"Az önce pişirdim aşureyi, taksim ettim kaselere, soğumadan bir an evvel getireyim dedim." diyor.

Aman Allah’ım! Bir bu eksikti. Gülsem mi ağlasam mı bilmiyorum. Son hız adamla kadını kapıda bırakıp yatak odama doğru gidiyorum. Garip hala yatağın üzerinde manasız gözlerle bana bakıyor. Dolabı açıp paltomu giyiyorum ve fırlıyorum odadan. Ateşi nerden bulup yaktıysa ki mutlaka Ayşe Teyzedir müsebbibi, sigara dumanı ve aşure kokularının arasından koşar adım geçiyor, borazan sesi eşliğinde apartmandan dışarı atıyorum kendimi…


                                                                                                     R. Atilla ELTUT
                                                                                                        09.12.2015

29 Aralık 2015 Salı

KELİMELER 2.3 - Çilek



Bora uyan! Bora! Uyansana hadi!


Gecenin yarısında Seda'nın o güzel sedasıyla uyandım. Yüzü bembeyazdı.

- Hayırdır inşallah? Hırsız mı gelmiş, ne oldu?

- Yok yok..

- Fare mi? Nedir?

- Yok yok duymadım bir şey ya.. Canım çok çilek çekiyor, bana çilek getirsene biraz.

- Ne garip kadınsın ya! Yat uyu zıbar!

Bu son cümlemi duyunca yüzünün aldığı hali gördüğümde öyle içim acıdı ki… Yataktan fırladığım gibi pantolonumu giyiverdim. Ben de Bora Zan’sam gecenin 4’ünde o çilekleri bulacaktım, bulmalıydım…

Hava buz gibiydi ama ben de iyi giyinmiştim. 5 çift çorabı ayağıma geçirip kaval kemiklerime kadar çekmiş, karanlıkta avının kokusunu izleyen kurtlar misali açık bir manav aramaya başlamıştım.

Yürüyordum, bu yolların sonu yoktu… Telefonumdan yerlerini öğrendiğim tüm nöbetçi manavların “Abi bu mevsimde çilek zor bulursun!” demeleri hevesimi kaçırmıyordu fakat; ayakkabılarımın içine dolan çamurlu su, artık vazgeçmem gerektiğini haykırıyordu. Keşke eve hırsız girmiş olsaydı…

Ellerim boş ve mahcup halde eve dönerken, sokağın başında ansızın beliren üç tinerci şahsın hızla üzerime geldiğini fark ettim. Kaçmadım, yanıma kadar geldiler ve oldukça kibar bir üslupla tüm paramı istediler. Elbette bu ricaya hızlı bir bıçak sallama gösterisi de eşlik etmişti. Takdir ettim, çocuk güzel sallıyordu, belli ki iyi çalışmıştı, hep birlikte alkışladık. 18-20 yaşlarında küçük çocuklardı… Çok da hırpalamak, geleceklerini karartmak istemiyordum.

-  Bakın çocuklar! Biliyorsunuz ki bu yaptığınız çok günah ve karşılığında ateşlerde yanabilirsiniz! Ama şöyle yapalım isterseniz; ben üzerimdeki parayı size vererek o güzel bıçağınızı sizden satın almış olayım. Böylece hırsızlık yapmamış hatta karlı bir ticaret yapmış olursunuz…

Çocuklar şaşkınca birbirlerine baktıktan sonra, yılların tinercisi olmanın getirisiyle teklifimi reddedemediler.

Parayı verip bıçağı aldıktan sonra, elbette ki bıçakla çocukları tehdit edip tüm paramı geri aldım. Üstüne ceplerindekini de boşaltmalarını istedim. Bali, uhu, prit, makas…. Döküldükçe dökülüyordu. 
Kurdele..  fiyonk..

- Oğlum, baliyi uhuyu filan anladık da bunları napıyorsunuz yahu?

- Abi valla onlar takım olarak satılıyor, mecbur öyle alıyoruz… Atmaya da kıyamıyoruz..

- İyi iyi… hadi uzayın bakalım..

Çocuklardan -ellerinden zararlı nesneler alınınca birer çocuğa dönüştüler-  ayrıldıktan sonra eve doğru çaresizce yürümeye devam ettim.

Seda uyku ile uyanıklık hali arasında, o bazılarımıza ilham gelen halde, çarşafın altında kıvrılmış uyukluyordu. Ümraniye'deki tüm manavları gezip çilek bulamadığımı ona nasıl anlatacaktım?

Bir duş aldım, belki bir ilham gelir diye… Gelmedi…

Paltomun cebindeki bıçaktan, nam-ı diğer suç aletimden kurtulmalıydım. “Yoo!” dedim kendime, neden kurtulayım ki! Mutfağa girdim güzelce yıkadım bıçağı ve bulaşıklığa yerleştirdim.

Biraz gürültü çıkarmış olmalıydım ki, Seda’yı uyandırmıştım. Suçlayıcı bakışlarıyla dövüyordu beni.

- Hani sevgilim bir saattir bekliyorum neden getirmedin çilekleri, aşk olsun!

Kem küm edip ne diyeceğimi bulmaya çalışırken Seda,

Buzdolabına yöneldi…

Kapağını açtı…

İçeri uzandı…

Ve bir tabak çilek çıkartıp yemeye başladı…


                                                                                               BoynuTutulanZürafa
                                                                                                  09.12.2015

28 Aralık 2015 Pazartesi

DİYALOG .1 - Asansörde


"Diyalog" serisinde farklı meslek gruplarından iki kişi asansörde kalırsa ne konuşabilecekleri anlatılmıştır.

Meslekler: Ayakkabı tamircisi ve jigolo


-          Elektrikler kesildi galiba, kaldık.

-          Tuşları görebilirsek yardım çağırabiliriz belki.

-          Durun bir saniye o zaman, telefonumun ışığını açayım.

-          İyi ki sizde telefon varmış, ben dükkanda unutmuşum.

-          Şu yardım düğmesi olmalı, basıp beklemekten başka çaremiz yok gibi, hem katlar arasında kalmamız da iyi olmadı.

-          Siz basın düğmeye, bu arada ben de Necla’yı arayayım.

-          Necla kim beyefendi?

-          Bu apartmanda oturuyor, arkadaş sayılırız.

-          Aslında benim de tanıdıklarım var bu apartmanda ama telefonlarını bilmem, işim icabı ara sıra tamir ettiğim eşyalarını getirmeye gelirim.

-          Çalıyor ama açmıyor, hay aksi… Gel, bekliyorum sekizde demişti aslında!

-          Duymuyordur belki, sessize almıştır telefonunu, bu aralar çok moda oldu bu…

-          Ne moda oldu?

-          Telefon taşıyıp ulaşılmayı istememek ya da arayan kim diye bakıp, ona göre açıp açmamaya karar vermek için sessize almak işte.

-          Aslında Necla biraz yaşlıcanadır ama kulağı duyuyordur. Hem öyle bir kadın değil o, onu arayacağımı bilir, duyması lazım mutlaka.

-          Sizde bu apartmanda mı oturuyorsunuz? Bankacı Mehmet Bey’i bilir misiniz?
 
-          Yok burada oturmuyorum ama sık geliyorum sayılır, çağrıldıkça gelirim ama tanımıyorum. Neden sordunuz?

-          Ayakkabılarını bırakmıştı üç gün önce tamire, biraz geciktirdim de ayıp oldu.

-          Kaçıncı katta oturuyor peki biliyor musun?

-          3.kat yazıyordu dükkandan çıkmadan önce bıraktığı kağıtta.

-          3.kat mı? Necla da aynı katta oturuyor!

-          Eee, tanış olmasınlar?

-          Nereden bileyim be adam. Hem ne önemi var şimdi tanışıp tanışmadıklarının, yardım düğmesine basalı bayağı oldu, hiç ses seda yok.
    
-          Siz ne iş yapıyorsunuz bayım?

-          Valla yaptığım işin, öyle şu işi yapıyorum denecek bir adı yok.

-          Nasıl yani? Ticaret mi? Bir şey mi alıp satıyorsun?

-          Eh, bir nevi öyle sayılır, alıp verme tarzı bir şey.

-          İyi bari, gelirin iyi olsun da, ticaret güzel iş…

-          Sorma, güzel olmasına güzel de yorucu bir iş.

-          Eee yorulmadan kazanma olmuyor. Ben sabahları bismillah diyorum, alıyorum ayakkabıları birer birer elime, akşama kadar aynı iş, sıkıcı… Senin işinde sıkıcı mı?

-          Valla, ne desem bilmem ki… Karışık biraz, eğlendirip mutlu etmek temel bizim işte…

-          Desene ticaret ama keyiflisinden, şanslısın.

-          Dur dinle, sesler geliyor. Sanki birileri konuşuyor.

-          Ne diyor duyabildin mi?

-          “Mehmet’cim merek etme elektrikler de kesildi, erkenden yatarım.” diyor. Ama bu sesi tanıyorum ben!

-          Abi sen de tuhafsın valla, apartmanda bir tanıdığın var, o da Necla değil mi?


                                                                                               R. Atilla ELTUT
                                                                                                  23.12.2015

26 Aralık 2015 Cumartesi

KELİMELER 2.2 - Dağ Evi


Elimde yan flütümün kutusuyla içeri girdim. Loş evin uzun zamandır kullanılmadığını bilmeme rağmen temiz, çiçeksi bir kokuya sahip olması garipti. Mehmet'in arkamdan yaklaştığını fark edemeden kulağımı sağır edecek derecedeki borazan sesiyle yerimden sıçradım.

"Ne yapıyorsun sen ya? Sağır mı edeceksin beni?"

"Mızmızlanma çocuk gibi hemen ya. Şaka yaptım kızım."

"Sevmiyorum şakalarını. Bana yapma." Omzunu silkip içeri geçti. Dağ evinin büyük salonuna ilerlerken peşinden gittim. Olduğu gibi duran büyük vitrine bir bakış attım. Vitrinin tam ortasındakine elini uzatmasıyla bir tane vurdum omzuna Mehmet'in.

"Ne vuruyorsun ya?"

"Dokunma ona."

"Kızım, alt tarafı bir kaval. Ne olacak dokunsam?"

"Dedemden kaldı o. Sakın dokunayım deme. Ben yukarı çıkıp odalara bir bakacağım."

"Aman tamam be. Amma kıymetliymiş."

Merdivenleri çıkarken duvarlara tutundum. Karanlık had safhadaydı ve buradan düşersem kesin kolumu, bacağımı kırardım. Konsere iki hafta kala başıma gelebilecek en kötü şey olurdu bu. Koridordaki floresan çatırdayarak açıldı. Banyoya girip ellerimi yıkarken duşakabine baktım. Saat geç olmuştu. Ama sabah ilk işim duş almak olacaktı. Çocukken kaldığım odaya girdim usulca. Her şey dedem öldüğünden beri aynı yerinde duruyordu. Bir kez bile gelmemiştim o günden sonra buraya. Ayakkabılarımı çıkarıp annemin ev terliklerini giydim. Çoğu zaman benimle uyurdu. Ondan olsa gerek, benim odamda kalmıştı terlikleri de. Dolabımdan birkaç parça eşya alıp Mehmet'in yanına indim. Yanan bir şömine ateşi karşıladı beni. Kış mevsimindeydik ve dağ evinin keskin soğuğunu yeni hissetmiştim daha.

"Şömineyi yakmışsın. Cansın valla. Al bakalım bu çarşaf, bu da battaniye. Koltukların yastıkları rahattır diye yastık getirmedim."

"Hemen uyuyacak mıyız?"

"Ben çok yorgunum Mehmet. Hemen yatacağım." dediğim sırada kesti sözümü.

"Dur, şu paraları bir taksim edelim önce."

"Ne parası? Ayrıca demedim mi sana kaç kere kullanma şu kelimeyi diye? Bölüştürelim diyemiyor musun?" Güldü sinsi sinsi.

"Millet anlamıyor ya. Hoşuma gidiyor yüz ifadeleri."

"Hastasın oğlum sen. Ne parasıymış bu? Söyle bakalım."

"Kızım son sokak konserinin parası işte. Bende kaldı ya toplanan tüm para. Onu diyorum."

"Aman boşver. Sabah verirsin. Hadi iyi geceler."

"Eh, peki madem. Sana da iyi geceler."

Odama çıktım tembel adımlarla. Kıyafetlerimi değiştirecek halim bile yoktu. Sokak konserini vermiş, dünden yola çıkana dek çalışmış, öğlen gibi de yola çıkmıştık. Bizi bekleyen büyük konsere dinlenmiş halimizle çalışabilirdik ancak. Diğerleri de ancak yarın gelebileceklerdi.

Çarpan bir kapı sesiyle kaşlarımı çattım. Odamdan çıkıp merdivenleri inerken tedirgindim.

"Tuvalete falan girmiştir çocuk canım, ne olacak sanki? Hem hangi hırsız gelir ki dağ evine?" diye kendi kendimi sakinleştirmeye başlamıştım ki önce boş salon, sonra da bıraktığım yerde duran battaniyeyle çarşaf çarptı gözüme. Çatık kaşlarımla kapıya döndüğümde askılık çekmişti dikkatimi. Oysa emindim, adım gibi hem de. Asmıştı paltosunu oraya Mehmet. Şimdiyse askılık dedemin sekiz köşeli kasketini taşıyordu bir tek.


                                                                                                                          Dünya
                                                                                                                      09.12.2015

25 Aralık 2015 Cuma

İKİ BAKIŞ AÇISI .3 - Sekizinci Kat


(Hüzün)
Bakışlarım halıya saplanıyor… Enine, boyuna, enine, boyuna… Onu nasıl da sıkıştırırdım, çok şişkosun, çok iri yarısın, kimse seni beğenmeyecek, rejim yap, diye… Etrafımda insan mırıltıları… Birileri İngilizce ders anlatıyor… İçeriden sinema sınıfının sesleri yükseliyor – benim dünyama o kadar uzak ki her şey, kulağımın dibinde bomba bile patlasa, bana uzak bir uğultu gibi gelecek.

Deri koltuklar ölüm siyahı… Ölümü güzelleştirmek ister gibi parlaklar; yukarıdan ölgün, beyaz, cansız bir ışık saçan soğuk floresanları yansıtıyorlar.

Asansör durdu. Sen biliyorum ki yukarılara çıktın meleğim benim. Hayat böyle işte…

Kapı numaralarına bakıyorum: 802, 803… Seni defnettiğim günü hatırladım: Mezarlıktaki görevli, senin adını söylemek yerine, defnedildiğin yerin numarasını söylemişti. Nasıl da içime işlemişti, ölümü kişiselleştirmekten bu kadar kaçınması… Ama bu kişisellikten uzaklık, her yere sinmiş: Etrafımdaki bütün şekiller geometrik, ama aralarında tek bir daire yok. Kareler, dikdörtgenler, hep köşeli, hep sert ve doksan derece açılı.

Üniversitenin logosu taç görünümlü; onun bile üst kısmı sivri sivri, sanki yüreğimi yaralayan milyonlarca diken veya iğne, bu logoda toplanmış.

Ama her şeyi, bütün acımı içimde gizlemek zorundayım, kapıların şu buzlu camlarının ardında gizler gibi… Tek, logonun silüetini gösteren cam saydam – işte o da, geceleri yapayalnız kaldığımda çektiğim acılara açılan tek pencere.

(Mutluluk)
Yerdeki kareli şekiller beni çocukluğuma götürdü – sek sek oynardık Ali’yle, tatlı sevgilimle… Halının desenleri gibi iç içe geçiyordu yüreklerimiz; nitekim harmanlana harmanlana birlikte büyüdük, yoğrulduk.

Aşkımız şu deri koltuklar gibi saf, gece karanlığı gibi gizemli, abanoz siyahıydı. Koltuğu okşuyorum. Serinliği içime, ruhuma merhem oluyor. Beni her zaman teskin ediyor – tıpkı senin dokunuşların gibi.
Arkada birileri ders yapıyor – çikolatadan, brownie’den söz ediyorlar – hayatın tam merkezine dair bir şeyler konuştukça onlar, içim kıpır kıpır!

Asansör iniyor, çıkıyor, salıncağa binmek gibi! Ali’yle salıncağa binerdik beraber – sonra aşkımız inişleriyle çıkışlarıyla gelişti. Asansöre binenler acaba farkındalar mı, hayat döngüsünün nasıl bir keyifli yüzünden yararlandıklarının?

Sana kavuştuğum güne kadar hayat, tıpkı şu buzlu camlar gibi, bir bulanıklık halinde yanımdan akıp gidiyordu. Derken sen beni, şu üniversitenin logosu gibi, taçlandırdın aşkınla. Her şey birden aydınlandı, netleşti, berraklaştı, camın buzları dağılıverdi. Tacı gururlar geçirdim başıma, kraliçeler gibi.

Artık kararlıyım hayata karşı, tıpkı şu kareler, dikdörtgenler gibi. Ne istediğimi, dünyadaki amacımı biliyorum. Oda numaralarına bakıyorum ve içim yeniden sevinçle doluyor: Her rakam, saya saya bitiremeyeceğim nimetlerin sayısını gösteriyor sanki.


                                                                                                                            Gölge
                                                                                                                       16.12.2015

24 Aralık 2015 Perşembe

AYFER .1


Yolda dilenciyi durdurup; parayla Ayfer’i istedim.

“Ayfer kim yahu?” dedi…

“E kızınıız!” dedim…

“Ha doğru ya!” dedi…

“Satılık değil benim kızım! Yürü git buralardan!” dedi…

Yürümeye başladım… Durdurdu…

“Ne kadar paran var?” dedi…

“5 milyon” dedim…

Gözleri faltaşı gibi açıldı…

“Tabiii eski parayla 5 milyon!” dedim…

“Yürümeye devam et!” dedi.

Ettim


Az ileride de Ayfer dileniyordu…

“Nasılsın Ayfer?” dedim…

“Değilim!” dedi…

“Nasıl yani?” dedim…

“Ben Ayfer değilim!” dedi…

“E oradaki adam senin baban değil mi?” dedim…

“Hayır! O, benim kızım ve adı Ayfer!” dedi…


                                                                                      BoynuTutulanZürafa
                                                                                              21.10.2015
                                                                                  

23 Aralık 2015 Çarşamba

KELİMELER 1.4 - Melek


Kendimi sürüklüyorum resmen. Şu korku filmlerindeki zombiler gibiyim kesin. Zaten bugün kafede seksen kişi iyi misin diye sordu. Artık nasıl görünüyorsam. Hayır ne yapayım? Sanki izin veriyor kel kafa da gidip dinleneyim. Bir de utanmadan, ‘’Bugünlük on iki saat yazdım sana Melek’ cim, eleman açığı var. ‘’ diyor. Pis paragöz, boyu devrilesice.
   
Bu ne yine böyle? Bu mahallede bir gün inşaat olmayıversin. Sağlam tek yeri kalmamış. Mahalle de içinde yaşayanlar kadar çürük, adam olmaz. Gelmiş yine birileri vidanjörle boğuşuyor. Kesin Mualla Teyze’nin kocasının işi bu. Adam bildiğin yarım dünya, ancak o tıkar kanalizasyonu. Biraz para geçsin elime, basıp gideceğim bu absürt mahalleden. Al bak, bakkal çırağı da ayrı deli. Kardeşim açık havada vantilatör çalıştırmak niye? Kasım sonu geldi, sanırsın hala temmuz sıcağı kendisine. Olmuyor böyle, bir an önce kaç kızım Melek sen!
   
Eve gidince kendime bir nane limon yapayım bari. Sadece boğaz ağrısı değil bu, devamı fena geliyor gibi. Hayır, ne salak kızsın! İki çaya davet etti bir de üstüne vanilya kokan parfüm getirdi, ay ne sevdiğimi bile biliyor diye kaç elin adamına. Tamam boyu posu yerinde, işinde gücünde çocuk ama bu kadar da koşulur mu be kızım. Ne işin var adamla Büyükada’da! Şimdi çeke çeke yürü eve sümüğünü. Nerde o vapurda denizi seyre dalarken sarılmalar, martılara beraber simit atmalar? Nerde o romantik selvi boylu?

Artık o kadar başıma vurdu ki hastalık, hayalini falan görmeye başladım herhalde. Ne işi olacak çocuğun kapımda? Son görüşmemizde gayet netti olmuyor, vazgeçelim deyişi. Hayır zorla hayatıma giren sen, sonra arkasını dönüp bacakları poposuna vura vura kaçan sen! Ne istiyorsun benden anlamadım ki.
   
Ense tıraşı bile benziyor aslında. Boyu da benziyor sanki. Tekrar bir yüzünü dönse emin olacağım ama… O mu gerçekten?
   
‘’Fırat?’’
   
‘’Melek? Merhaba.’’
   
‘’Merhaba. Ne arıyorsun kapımın önünde? Yine canın mı sıkıldı?’’ Aferin kızım Melek sıkı tut kendini sakın bırakma. Bir daha kanmak yok…
   
‘’Sadece konuşmak için geldim. Vaktin varsa yürüyelim mi biraz?’’ Niye böyle masum masum bakıyorsun ki sen şimdi? Pişman oldun tabi. Ne diyecek acaba? Of, ayakta da zor duruyorum.
   
‘’Tamam olur, beş dakika sadece.’’ Minik gülümsemesini yakaladım hemen, ama onu nasıl özlediğimi belli etmemem gerekiyor. Dikkat et Melek aman diyeyim…

Beş dakika dedim, on dakika oldu konuşmuyor hala. Var bir derdi belli.

‘’Hava baya serin oldu üşüyor musun? Ceketimi vereyim mi? Hasta gibisin belli, burnun da kızarmış.’’

‘’İstemiyorum ceketini. Beni düşünmene de gerek yok. Ne söyleyeceksen söyle, evime döneceğim.’’ Hayır, niye iyi davranıyor ki bu bir şey olmamışçasına? Sanki o değil beni üzen, hasta eden.

‘’Melek, ben… Ben seni üzmek istemedim. Şimdi söyleyeceğim seni daha çok kızdıracak belki ama sana daha fazla yanlış yapmamak için ayrıldım ben senden.’’

‘’Ne demek bu? Bana daha fazla ne yapabilirsin ki? Sen güvendiğim tek erkektin. Onu da elimden aldın zaten…’’

‘’Hayır anlamıyorsun… Ben salağım, hep salaktım. En başından beri biri vardı. İlişkimiz iki yıldır devam ediyordu ama çok kavga etmeye başlamıştık. Ben de kendimi dışarıya atmaya başlamıştım. Sonra seninle tanıştım. Tanımaya başladıkça bırakamadım seni. Onu da bırakamazdım. Geçmişimiz çok uzundu. Ama zamanla sen o minik kalbini bana açtın. O kadar güzeldin ki vazgeçemedim. Ama ellerimle daha fazla un ufak edemezdim seni. O yüzden kaçtım senden…’’

‘’Peki, bunları bana neden anlatıyorsun? Daha fazla canım yansın diye mi? Senden daha fazla nefret edeyim diye mi?’’

‘’Hayır, meleğim. Ben sensiz yapamadım. Yapamıyorum. Bitirdim onunla, sana geldim. Lütfen beni affet, yine eskisi gibi olalım.’’

‘’Bunu bana sorabildiğine göre beni hiç tanımamışsın Fırat. Beni aylarca kandırmış olabilirsin ama ben bir hatayı sadece bir defa yaparım. Şimdi defol git ve bir daha da karşıma çıkma…’’

Ve gitti. O gitti, ben de bu absürt mahallemde kendime sarılmış, serin gecede evime yürüyorum. Kalbimde asla affedemeyeceğim bir adam, üzerimde onun hediyesi vanilyalı parfümüm ve gözümden akan yaşlarımla evime dönüyorum…
                                                                                       
                                                                                                        
                                                                                                        Nurdan FATOĞLU
                                                                                                                25.11.2015

22 Aralık 2015 Salı

İKİ BAKIŞ AÇISI .3 - Kule


(Hüzün)
Derin bir iç çekerken sandalyelerden birine oturdum. Daha bir ay önce bu masada, tam yanımda oturduğu gerçeğiyle yüzleşmeye cesaretim yoktu. Aklımdan çıkmıyordu yine de. Başımı usulca kaldırdım sigaramın dumanlarının süzüldüğü küllükten. Ne çok kızardı sigara içmeme. Yeni aldığım paketi denize attığı o günü hatırladım.

"Ne halt ediyorsun sen?" diye bağırmıştım Ortaköy sahilinin kalabalığında. İstifini hiç bozmamıştı.

"Seni kurtarıyorum." demişti düz bir ses tonuyla. Susmuştum. Çünkü haklıydı, kurtarmıştı beni sigaradan o gün ve onunla olduğum iki yıl boyunca. Galata'nın süslü ışıkları doğum gününü anımsattı bana. Güzel bir akşam yemeği, ardından Galata'nın tepesinde evlenme teklifi. Yemek boyunca kıvranıp durmuştu yerinde, teklifi o zaman yapmamı bekliyordu. Hayal kırıklığına uğradığını düşündüğü anda, tam da o kulenin en tepesinde toplamıştım kırılan hayallerini. O gece o kulenin tepesinden ilk bağırışıydı. "Evet!" demişti, belki de milyon kez.

Dolan gözlerimi silip kalktım sandalyemden. Küçücük terasta bunca anımızın olması yakıyordu canımı. Galata'nın yanında diğer evler, floresan ışığının gölgesinde kalan küçük spotlar gibiydi. Parlamıyorlar ama yine de oradalar sanki. Tek başına Galata da aydınlatır ama çok göz yorar gibi. Evlere bakmaktan vazgeçen gözlerim boğazı buldu. Tam tanıştığımız yerde durdum. Yine boğazı izliyordu o gün ve ben müzik dinlediğini fark etmeden tam on dakika konuşmuştum onunla. Dikkatsizliğim ilk defa bu kadar büyük bir şans olmuştu benim için. O gün hava kararana dek konuşmuştuk. Aşık olmak zor olmamıştı meleksi güzelliğine. Kalbinin içini bana açtığındaysa alamadım kendimi ondan.

Çok severdi boğazın manzarasını. Burada durup öylece orayı izlemeyi. Galata'dan nasıl göründüğünü bilmek istediğini söylemişti. O yüzden en güzel evlenme teklifini yapmış sayılırdım ben.

"Aşığım bu manzaraya." dediğinde bozulmuş gibi yapmıştım. Hemen almıştı gönlümü. "Lafın gelişi dedim canım."

Gülümseyip sarılmıştım. Hiç anlayamadım neden gittiğini. Ama biliyordum, o manzarayı benden çok sevmişti. Yoksa özellikle o kulenin tepesinden atlamazdı, değil mi?

(Mutluluk)
İhtişamıyla önümde duran bir Galata karşıladı beni terasa adımımı attığımda. Eskiden beni hüzünlendiren boğaza döndüm yavaşça. Hüzünlenmek için tek bir sebebimin kalmadığı zamanlardaydık şimdi. Mezun oluyordum, işim hazır bir şekilde hem de. Sınav derdi, dersler, devamsızlık. Tüm çilelerimin bittiği noktadaydım. Artık yüzünü görmekten sıkıldığım, samimiyetle zerre ilgisi olmayan sınıf arkadaşları da olmayacaktı. Haykırmak istedim tüm terasa.

"Sizden kurtuldum!" demek. Hayranlıkla karışık bir imrenme vardı o boğaza karşı içimde. Hep karşıda oturmak istemiştim ben, her gün o vapurla gidip gelmek bu okula. İçimdeki bu isteksizliği vapur bastırır diye umuyordum. Oturamamıştım hiç karşıda belki, oturamayacaktım da. Ama bugün büyük bir kararsızlıktan kurtuluyordum ben. Kararımı vermiştim, geleceğim kesindi benim. Son bir kez boğazı izledim uzun uzun. En son o evlenme teklifini aldığım doğum günümde izlemiştim boğazı. Bana o akşam hiç hüzün vermemişti. Artık mutluydum da zaten. Beni seven bir adam vardı hayatımda. Üstelik babam gibi sevmiyordu. Babamın çocukken beni sevmesini sevmiyordum ben. Sürekli kucağına alıyor, öpüyordu yanaklarımdan. Sürekli dokunuyordu koluma, elime, belime. Annem yokken bunları yapıyor, "Sırrımız bu." diyordu.

Annem buradan gittikten sonra hiç görmedim babamı. Annemin bir mezarı vardı ama babamın mezarı bile yoktu.

Beni sevecek her adamdan kaçmıştım da bu adamdan kaçamamıştım. Güzel sevmenin nasıl olduğunu öğretmişti bana. Ama yanlış zamanda gelmişti. Ben mutluydum çünkü. Geleceğime karar vermiştim ben.

Bakışlarımı sonsuz boğazın maviliğinden çektim zorlukla. Hiç vazgeçememiştim bu manzaradan. Son gördüğüm bu manzara olsun istemiştim. Terastan muazzam görünen Galata'ya bakıp usulca "Geliyorum." dedim. Işıkları bana göz kırptı bir an. Onayımı almıştım. Sonsuza dek mutlu olabilirdim artık.


                                                                                                                    Dünya
                                                                                                                16.12.2015

21 Aralık 2015 Pazartesi

KELİMELER 2.1 - Günlerin Adı


"Kelimeler 2" serisinde verilen kelimeler sırasıyla kullanılarak hikayeler oluşturulmuştur.
Kelimeler:
-Garip
-Borazan
-Kaval
-Karanlık
-Duş
-Ayakkabı
-Ateş
-Çarşaf
-Taksim
-Palto

----o----o----o----

Bugünün adı "garip", hiçbir şeye benzemiyor. Kokusu bile yok! Uzun bir süredir günlere isim veriyorum. Yan koğuştaki, her gün merdivenleri sayıyor sonra da koridorda adımları. Benimki daha kolay. Günün götürdüğü yere atfen o güne isim veriyorum. Anlamadım diye üzülmeyin bence; doktorlar da anlamıyor. Doktor dedim de aklıma geldi; dünün adı "borazan"dı. Doktor dünkü seansı bize müzik dinleterek başlattı, hepimiz nasıl kıkırdadık anlatamam. Şöyle Müzeyyen Senar’dan, Münir Nurettin’den dinleteydi ya! Bütün üflemeli çalgıları sırayla üflüyordu, en kalından en inceye. Çok anlamam ama sanki borazandan kavala, sonra en inceden en kalına, kavaldan borazana... Bu tekrar etti durdu seans boyunca. Üzülmesin diye bir şey demedik doktora. Yeni  bir uygulama zahir!... 

Beni ilkokulda bando takımına almadılardı da, ben de mahallenin delisi Ali’nin borazanını çalmak istedim de Ali vermediydi. Ben de günün ismini Ali koymadım...

Burası 1800’lerin sonunda Fransızlar tarafından yapılmış çok eski, tarihi bir bina. Osmanlı İmparatorluğu’nun hem ekonomik hem de siyasal bunalıma sürüklendiği yıllar... O yıllarda Avrupalı olarak İstanbul'a gelmek, seferber edilmiş tüm imkanlarla ağırlanmak; değer görmek için yeterdi. Hele bir de onların yani Avrupalıların Devlet-i Erkanı bir proje için heyet gönderdiyse neredeyse bizim devletlümüz karşılardı gemilerden inen ekibi. Bu hastane de böyle yapılmış işte... Hasta kadın ve yaşlılara sosyal hizmet adı altında başlamış proje. Yıllar içinde de hastane bu şeklini almış. Şimdilerde de sadece biz kaldık; "deliler"...

Ne diyordum? Hastaneyi anlatıyordum. "İstanbul’da kalan az sayıda tarihi hastanelerden biri." diyor dışarıdan gelenler; "Çok güzel, çok özel!" . "Zamanın Ermeni ustaları yapmış şu alçıpanları." diye hayranlıkla gösteriyorlar birbirlerine. Ben de bozuk duşları göstermek istiyorum onlara ama kimse benimle banyolara kadar gelmiyor.

Ben en çok bahçesini seviyorum bu hastanenin; yüzlerce çiçek var her tarafta, yaz kış asırlık çınar ağaçları... Hava güzelse günde iki saat bahçede kalmamıza izin veriyorlar. Ben de ayakkabılarımı çıkarıp -kimse görmeden çoraplarımı da- toprağa basıyorum. Öyle hoşuma gidiyor ki; rahatlıyorum. Bir de ziyaretçilerle bu bahçede görüşüyoruz çoğu zaman. Ziyaret günleri… dışarıdakilerin hastalandığı günler.

Burada her ay hastanenin farklı bir bölümünde çalışıyoruz. Ben en çok bahçede çalışmayı seviyorum. Mutfaktan hoşlanmıyorum çünkü ateşten korkuyorum. Çamaşırhanede çalışmak da güzeldi. Mis gibi deterjan kokan çarşafları asarken kendimi reklamlardaki Ayşe teyze gibi hissediyordum, elimde Ace çamaşır suyu şişesi... Sanki sanırsın; Lokman hekimin ölümsüzlük iksiri. Her neyse hastaneye kurutma makinaları alındığından beri hiç zevki kalmadı oranın. Ben de görevler taksim edilirken her ay başı, bana bahçe çıksın diye dua ediyorum.

Burda her yıl kermes düzenleniyor. Hastanenin bahçesinde. Nisan ayında. Bilseniz nasıl güzel oluyor her şey, nasıl bir cümbüş yaşanıyor! Hastane kurulurken kiliseden de sosyal yardım fonu alındığından, o zamandan beri burada gönüllü Fransız hemşireler çalışıyor. Kermes de bu gönüllü kadınlara destek vermek için düzenleniyor. Ben de çorbada tuzum olsun dedim; ikinci el standından bir palto aldım kendime 10 liraya.


                                                                                                                Yelda UGAN
                                                                                                                 09.12.2015