"Duyular" serisinde hikaye, duyular ön planda tutularak anlatılmıştır.
Marketten aldığım mentollü mendildeki nane kokusunu içime çekerken solunum yollarım yanmıştı. Burnumu koparırcasına sildiğim kimbilir kaçıncı mendili yere atmıştım ki kapının sesini duydum. Anahtarın çevrilme sesini dinlerken başımı yastığa bıraktım zorlukla.
Tanıdığım öksürük sesiyle ise battaniyeme sarıldım. Salona gelirken üzerindeki parfümün yasemin kokusu alerjik bünyeme saldırmıştı bile. Elindeki poşeti üzerime bıraktı ve camlara doğru ilerledi. Ihlamur, rezene, papatya ve tarçın poşetten alabildiğim en keskin kokulardı.
"Gerçekten mi? Bitki çayıyla mı tedavi edeceksin beni?"
"Evet." dedi bilmiş sesiyle. Gözlerimi devirdim.
"Hayırdır, kocakarı ilacı bunlar diyordun geçen haftaya kadar? Hem doktor değil misin sen? Doğru düzgün bir ilaç yaz da iyileşeyim hemen. İşi çok ihmal ediyorum bu ara. Gitmem lazım."
"Gitmeyiver biraz daha. İdare edemiyorlar mı sensiz?"
"Merve, saçmalama. Hem büyük dergi çekimi yaklaşıyor. Benim çekmemi istiyorlar."
"Herhalde isterler. Ben çekmedim ya bu ödüllü fotoğrafları." dedi duvardaki çerçeveleri gösterirken. "Hem böyle ilaçla bile iyileşemezsin sen. İçerisi çok havasız." demesiyle camı açması bir olmuştu. Battaniyeyi başımın üstüne çektim benden beklenmeyecek bir hızla. Soğuk, ciğerimi yakmıştı bile. Titrememi durduramıyordum. Birkaç yağmur damlası rüzgarın etkisiyle battaniyeme çarpıp koyu renk noktalar oluşturdu.
"Kapat şu camı!" dedim çıkaramadığım sesimle. Boğazımı içten içe gıdıklayan bir his oluşmaya başlamıştı.
"İçerisi çok havasız. Hem güneş girmeyen eve doktor girer demişler Nisan'cım."
"Lan ne güneşi bu havada? Güneşin olduğu tek yer göçmen kuşların gittiği güneyler. Ki o hayvancıklar mahallemizi terk edeli üç ay oldu." diye çemkirdiğimde boğazımda bir balon patlamıştı sanki.
"Aman, iyi ki biraz hava girsin dedik." diye söylene söylene kapattı camı. Dışarının derin ayazı içeriyi hala terk etmemişti. Perdeyi aralayıp dışarı baktım. Karşı apartmandaki Ayten teyze acıklı acıklı fırtınanın kırdığı saksılarını izliyordu. Aşırı bir rüzgar vardı dışarıda. Sanki sağanak yağmıyor da bizim evin camları taşlanıyordu. Eminim uçmuştu birkaç çatı ilçede çoktan. Camın soğuğu bu mesafeden suratıma çarpıyordu. Onun aksine camın altındaki kalorifer sıcak sıcak üflüyordu çeneme. Omzumun dürtülmesiyle içinde bulunduğum ısı karmaşasından kurtulmuştum.
Merve kupayı elime tutuşturup karşıma oturdu. Elimi yakan kupayı sehpaya bırakırken acele ettim. Sehpaya dökülen birkaç damla bitki çayıyla Merve homurdanmaya başlamıştı bile. Kupanın bu sefer kulpundan tutup dudaklarıma götürdüm yavaşça. Aldığım keskin limon tadıyla ise gerisin geri bıraktım. Yüzümü buruşturarak Merve'ye baktım.
"Ne bu?"
"Bitki çayı." Gözlerimi kıstım.
"Yanlış cevap canım. Bildiğimiz limon suyu bu."
"Limonunu bol koydum çabuk iyileş diye."
"Bence çabuk öleyim diye koymuşsun. Ne biçim doktorluk bu? Bununla mı iyileşeceğim ben?"
"Turp gibi olacaksın hem de."
"Mümkün değil. İçmem ben bunu."
Diretmem Merve'nin delici bakışlarıyla son bulmuştu bile. Resmen ağzımı yüzümü ekşite ekşite bitirdim tüm bardağı.
"Aferin kızıma. Hadi şimdi uyu da dinlen."
Battaniyenin içindeki sıcaklığıma sarılıp burnumda limon kokusuyla uyuyakaldım. Tek isteğimse o nefret ettiğim limonun artık bir işe yaramasıydı.
Dünya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder