28 Şubat 2016 Pazar

METAFOR 1.3 - Otobüs


O kadar dedim “ Benden gelin arabası olmaz!...” diye, dinletemedim benim hanıma. Yazıktır, sevaptır diye kandırdı beni, hoş kanmak da denmez, çaresizlik benimkisi düpedüz.
Tamam bu pazar çalışmıyorum, vardiya da yok bu mevsimde fabrikada, ama ertesi gün onca insanı toplayıp işlerine götüreceğim, koskoca fabrikanın personel servisiyim bugüne bugün. Boru değil ya bu!..

Bir keresinde muhasebe müdürünün annesi de bindiydi, hastaneye gidecekmiş kadıncağız. Kontrole. Çok beğendiydi koltuklarımın desenini, camlarımın temizliğini falan. Telefonda konuşurken duydum, oğlumun servisindeyim diye açtı telefonunu gururla. Ya yine binesi tutarsa müdürlerden falan birisinin tanıdığının… Unutulmuş bir düğün pastası kırığı, limonata lekesi görürse ya? Sabah 06:00’da hareket. O gece uyku yok bana, sabaha kadar temizlik.
Bir de kuaförden alacakmışım gelini, ordan da mahalleye. Çoluk çocuk, torun torba doluşurlar şimdi, batırırlar her tarafımı. Hem nereye park ederim, nasıl dönerim o daracık sokaklardan. Hey Allahım!

Dün damat aradı, gülüyorum artık sinirden, “Abi benim bir tanıdığım var gelin arabası süsleyen, epey de indirim yapacaklar.” dedi. Pes artık!

Arkasından gelinin kız kardeşi aradı bir telaş, aman da bir iş bitirmiş edasıyla “Abi ben konvoyda çalacağımız kasetleri ayarladım sen merak etme.”, sanki Tarkan’ın konser organizasyonunu halletmiş on tırla geldiği. Yahu ne konvoyu! Kuaförden salona dedim, tamam bir de mahalleye “Yok abi olmaz öyle şey, şöyle havalı havalı kornaya basıp caddede bir iki turlamadan…  Cık cık cık el alem ne der sonra.”


“Ne eli ne alemi be kadın!” diyecektim ki, hanım “Sevaptır bey!” dedi. 

                                                                                                          Yelda UGAN
                                                                                                            24.02.2016

METAFOR 1.2 - Çöp Kamyonu

Otomatik çalışan ilk çöp kamyonu, İstanbul (1936)

(Bu hikayede çöp kamyonunu öğrenciye benzetilerek içindeki çöplerle eğitim sistemi eleştirilmiş ve iş hayatının insanları nasıl değiştirdiğine vurgu yapılmıştır.)


Ara sokakta ağır ağır ilerleyen bir çöp kamyonuyum, Perşembe günü saat 18.20’de. Paslı gövdem ve motorumdan çıkan isyan sesleriyle yılların yükünü sergiliyorum. Pek başka seçeneğim olduğundan değil ama yavaşça dolaşıyorum soğuğun ıssızlaştırdığı sokaklarda. Üstüme vazife olanı yapıyorum; iki yüz metrede bir durup benim için bırakılanları topluyorum bünyemde. Yolda sokakta rastlayan veya sesimi duyup camından bakan fark etmiyor ama büyük çabalar veriyorum bu gövdeyi ayakta tutmak için. Dışarıdan bakan, büyük kasamda duran ve burunlara pek iltifat etmeyen kokusuyla çöpleri görüyor bir. Oysa ben büyük yudumlar aldığım benzinimle, tek bir fire vermeden tutmaya çalışıyorum iyi bir banyoya ihtiyaç duyan arkadaşlarımı. Biliyorum mecburum bunu yapmaya. Başkaları için bu fedakârlığı yapıp, onlara iyi gelecek günler bırakmaya. Evet, bu eski kasam çok dayanmayacak belki. Uykuya dalmak üzere olan insanlar gibi son bakışlarımı atıyorum dünyaya, biraz daha paslanarak. Ama az kaldı. Biraz daha yaşlanınca beni alıp yeni bir kasaya çevirecekler. Önce parçalayacak sonra eritecek ve en son yeniden dökecekler. Ve işte o zaman yeni kasamla yeni bir amaca hizmet edeceğim, biraz da o şekilde hayatta kalacağım. Kim bilir ne kadar sürecek ikinci hayatım bilinmez. Ama ben şuan koca bir amfide oturmuş bu hayatının son sınavını verebilmek ve daha sonra yeni biri olarak iş hayatına atılmayı bekleyen uykulu bir çöp kamyonuyum…

                                                                                    Nurdan FATOĞLU
                                                                                         24.02.2016

27 Şubat 2016 Cumartesi

METAFOR 2.2 - Orkestra

Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası (2012)

Şu sıralar koca bir orkestra gibiyim. Bir taraftan, hayatın notaları üzerine 20 yıllık tecrübem. Diğer yanda enstrümanımın çıkardığı bozuk akort sesleri. Düşünüyorum da, tek benim mi seslerim yanlış çıkıyor? Yalnız olsam yanlış olmam detone etmezdi belki hayatımı. Oysa koca bir orkestra. Ağır… Tın… Tın… Tın… Sessizlik. Herkes yakalamalı birbirinin notasını. Kimisi kaçırıyor geç kalıp. Kimi erken basıyor tuşlara… Dinlemiyor çünkü kimse bir başkasının ritimlerini. Duymak istemiyor belki de. Belki de bir özgürlük tonu tüm aradığı.

Bir orkestra, yalnız başına üflediği uzun bir yalnızlık gerektirir insana. Bir başına kalmışlık. Kendi ritmini tutturamayan, bir başkasının başını ağrıtır. Neyse ki hayat tek bir enstrümana sığdırmıyor tüm ömrü. Roller değişiyor bazen. O ilk aldığı enstrüman, kılıfına sığmıyor. Bambaşka bir enstrüman oluyor. Seni de değiştiriyor zamanla. Kılıfına sığmadığı zamanlar oluyor ruhunun. Kimi besteler silinmiyor aklından, arka cebinde taşıyorsun onları, içlerine sıkıştırdığın anılarınla beraber.

Kimi sesler de içinde yankılanıyor. Kaçamıyorsun. İnsan ne kadar uzaklaşsa da kaçamıyor seslerden. Nefesin yetmiyor bazen üflemeye. Dostunun kıymetini bilmen için gerekiyor bazen soluk soluğa kalman. Yırtılıyor kimi zaman tellerim. Yarısı kopuk tellerimle bekliyor öylece orkestra. İçinde kopuyor kimi zaman teller. Ruhunun en ücra köşelerinde. Gaipten gelen birkaç sesin ardından. Akustik yaşıyorsun bazen hayatı… Tek bir notayla sıkıcı olurdu zaten. Notaların zıtlıkları değil mi zaten, bu akordu bozulmuş hayatları dinlenebilir kılan?

                                                                                                   Haşim VERGİLİ
                                                                                                        24.02.2016

26 Şubat 2016 Cuma

METAFOR 2.1 - Dünyanın En Güzel Şovu


“Metafor 2” serisinde yazan kişiyle ilgili (kendisi, ailesi, çevresi, işi, okulu vb.) olan bir şey, başka bir şeye benzetilerek anlatılmıştır.


Biz dünyadaki bütün insanların sabırsızca izlemek istediği, ülkesine gelsin diye dua ettiği mükemmel bir gösteriyiz. Dışarıdan bakıldığında gülümseten bir renk cümbüşüyüz. Bünyemizde her çeşit gösteri bulunuyor, her kesime bir şekilde hitap edebiliyoruz.

Başımızda ‘’Eşref Saati’’ var. Grubun lideri o. İrili ufaklı köstekli saatlerini gözlerinizin önünde yuvarlayarak bir aslanı bile uyutup minik bir kediye çevirebilir. Sizi bir maymun olduğunuza ikna edebilir veya bir kuş olduğunuza. Aramızda kalsın ama işin sırrı her zaman yumuşak ve kalbinize dokunan bir tonda tuttuğu sesi. Ve belki bir de, okyanusu andıran gözleri. Kendisi ilginç bir adamdır ama bizi bir arada tutan da odur.

Onun sağ koluna gelirsek, adı ‘’Çavuş’’. Lakabı sizi aldatmasın kendisi bir kadın. Bütün gösterinin akışını, sirkin düzenini o ayarlıyor. Kendi gösterisi nedir mi dediniz? Bir şeyler yutmak! Midesi o kadar büyük ki gözlerinizin önünde koca bir bıçağı zorlanmadan yutabilir. Sadece bıçak olsa iyi, bazı efsanelere göre sirki ilk kurduklarında koca bir masa yutmuş! Evet, biliyorum ne kadar güçlü bir sindirim sistemi değil mi?

Daha sonrasında bizler geliyoruz. Sarmaşık, İpler Kraliçesi, Şaklaban, Mucit ve bendeniz Medusa. ‘’Sarmaşık’’,  sert bir görünüşe sahiptir ama şeker gibidir. Ciddi bir disiplinle çalışır ama göz göze geldiğinizde size göz kırpmayı veya gülümsemeyi es geçmez. Aynı anda şaklattığı iki kırbacıyla komut vererek penguenleri dans ettiriyor. Çok saçma geliyor kulağınıza belki ama kesinlikle izlemek için para ödemeyi isteyeceğiniz kadar ilginç.

‘’İpler Kraliçesi’’, hem görünüşü hem de yaptığı gerilim dolu gösterilerle yüreğinizi hoplatabilir. Çünkü o minik bedenin, metrelerce yükseklikteki ip üzerinde attığı taklalar her kalbin dayanabileceği türden değil. Bir gün nasıl bu kadar cesur olduğunu sorduğumda, sadece kaybetme riski olduğunda gerçekten yaşadığını hissettiğini ve bunun cesaret değil aslında mutlu olmak için kendince bulduğu bir kestirme olduğunu söylemişti. Onu pek anlayamıyorum…

‘’Şaklaban’’, adından da belli olduğu gibi iki saatlik gösterimizin rahatlatma noktası. Giydiği uyumsuz smokinler bile sizi güldürebilir. Ama inanın bana kıyafetlerinin aksine sevecen tavırları, esprileri ve hafif sulu şakaları son modadır.

‘’Mucit’’, bizim ailemizin en küçüğü, aynı zamanda sirkin beynidir. Matematikten fiziğe her konuda çok başarılıdır. Elindekilerle yeni şeyler üretmeye bayılır. İzleyicilerden topladığı ilginç eşyaların birleşiminden mucizeler yaratmak onun işi. Bir keresinde, bir mendil, bir parfüm şişesi ve bir çatal kullanarak bir gitar yaptığını görmüştüm. Ne beceri ama! İleride parlak bir bilim insanı olur belki de kim bilir?

Gelelim bana… Bana ‘’Medusa’’ diye seslenirler ama kimseyi taşa dönüştürdüğüm yok. Sadece saçlarımı benzetiyorlar. Çünkü vücudumda gezen elektrik yüzünden sürekli hareketli ve diken gibi oluyorlar. Evet şaşırmayın, normal insanların aksine elektriği vücudumda fazlaca barındırıyor ve bu şekilde bir ampulü bile bir dokunuşla yakabiliyorum. Sebebi doktorlar tarafından bulunamadı ama ailem hep, benim üretimimde bir imalat hatası yaptıklarını söylerlerdi. Belki de doğrudur, ne dersiniz?

Ve işte bizim gezgin ailemiz. Bir o kadar güzel, bir o kadar korkunç. Birbirimizden her ne kadar farklı olsak da bir çadırın ayakta durmasını sağlayan demirleriz her birimiz. Birimiz bile eksik olsa dengemizi sağlayıp çadırı kuramaz, insanları bu muhteşem gösteriden mahrum bırakırız… 

                                                                                                     Nurdan FATOĞLU
                                                                                                            24.02.2016

25 Şubat 2016 Perşembe

METAFOR 1.1 - Yeter Artık Binmeyin!


"Metafor 1" serisinde bir durum metaforla anlatılmıştır.


Öyle yavaş yanaşıyorum ki durağa durduğumu sanıp binmek için telaşlanıyor durakta bekleyenler. Her iki elini Pazar alışverişi torbaları ile doldurmuş teyzeler, kasketinin altında sakal sarmış yanağını sıvazlayarak sigarasından son bir fırt alıp yere fırlatarak, hani son kez ayakla söndürmek için basılır ya işte onu bile yapmadan, kapıma doğru hareketlenen amcalar…

Bir an bende durduğumu sanıyorum ama önümdeki otobüsün hareket edip kalkar gibi yapması ile hadi biraz daha ilerleyeyim diyorum durağın ortasına doğru. İşte o an bekleyen yüzlerdeki hayal kırıklıkları, küçük kızma ve öfke ifadeleri camlarımdan içeri giriveriyor…

Yok bugün ne yapsam ne etsem de bitmeyecek bu duraklar, bitmeyecek bu sefer, üzerimdeki yılgınlık bitirdi beni… Her sabah gördüğüm nazlı güzeli de görememişim üstüne üstlük. Bundan önceki üç durakta olduğu gibi isteksizce açıyorum kapılarımı çatur çutur sesler içinde. Güya bakım yaptılar dün, yağladılar her yanımı. Belki de yağlar gibi yaptılar, yağda yumurta pişirip yediler bilinmez ki!

İşte biniyorlar adım adım. Biipp geç! Tiipp geç, Zaartt ay yanlış kart bastım, dur nerdeydi! Yahu ben hep insanlarla mücadele etmek zorunda mıyım, kendi dertlerim yetmiyormuş gibi bir de onların dertleri yükleniyor her binen yolcuyla üzerime…

İşte şu genç kız, belli ki sevgilisi ile küsmüş, bin bir şey geçiyor aklından. Ya şu gence ne demeli, takmış kulağına mikrofonu sanki dünya ile alakam yok diyor ama cebindeki son on liranın derdine düşmüş kara kara düşünürken beynine müzik zerk ediyor…

Yeter artık binmeyin! Yüklenmeyin üzerime! Geç amca geç, geç de kapatayım şu kapıyı! Daha sekiz durak var, bitmez bu yol, bitmez bu sefer!

Çeksem yolun kenarına dursam, inin aşağı desem. Baksalar sersem sepelek yüzüme, tekrarlasam inin yahu inin! Boşaltın beni, alın dertlerinizi gidin başka bir otobüse yükleyin. Bomboş kalayım! Sussun kemiklerimin sesi, sussun beynimdeki uğultu, sessizliğimde dertlerime son vereyim…


                                                                                                            Atilla ELTUT
                                                                                                            24.02.2016
                                                                                                     

23 Şubat 2016 Salı

NESNELER .2 - Üç Boyutlu Gözlük


"Nesneler" serisinde; masaya konulan oje, hesap makinesi, oyuncak kedi, makas, ağız maskesi, 3D gözlük ve kestane izlenilerek bir hikaye oluşturulmuştur.


Çocukken farklı olmaktan korkardım. İnsanlardan farklı düşünmekten, farklı konuşmaktan, farklı yollar seçmekten… Farklılık yanlış gelirdi hep. Sanki insanlar görünce farklı yanlarımı, sevilmeyeceğimi ayıplanacağımı düşünürdüm. Kendime kızardım zaten var olanla yetinmek yerine neden her şeyi sorguluyorum, değişmek istiyorum diye. Belki de ailem, büyüdüğüm yer yüzünden böyle olmuştur kim bilir. Çünkü benim memleketim gibi küçük şehirlerde her hareket bir ölçüte göre belirlenirdi: “Başkaları ne der?” İnsanların beğenisine göre hazırlanan televizyon şovları gibi biz de hayatlarımızı başkalarının beğeneceği şekilde yaşarız. Dikkat çekmeden ama imrendirerek. Konuşma biçiminle, okuduğun okullarla, tanıdığın insanlarla hatta yediğin yemeklerle bile başkalarının beğenisini kazanmayı beklersin. İşte bu yüzden farklı olmaktan korkarsın. Herkes yapıyorsa doğru olan, saygın olan odur çünkü.

Benim durumum bu noktada farklılaşıyor sanırım. Küçüklüğümde korkularımla kendi sesimi bulamasam da zamanla tabularımı tek tek yıkmayı başardım. Bunu ilk, normal kız çocukları gibi evde oturup oyun oynamak yerine erkek çocuklarının peşinden ağaç tepelerinde düşe kalka gezdiğim günler yaptım. Çünkü ben “kız kısmısı” değildim ki uslu uslu oturayım.

“Kız kısmısı dolaşmaz erkeklerin peşinde, üstü başı pislik içinde gezmez kız kısmısı!”

Ben geziyordum ama işte. Çünkü hayatın sokakta akıp gittiğini, bir yerinden yakalamak gerektiğini anlamıştım daha o yaşlarda. O zaman çıkmıştım televizyon şovunun içinden. Ne zaman ki hayata iki parmakla da olsa tutununca biraz daha kendim gibi olduğumu fark ettim, işte o zaman taktım üç boyutlu gözlüklerimi korkusuzca. Çünkü o zaman her şey rengârenkti. Sobadan çıkıp göğsünü yakan o duman bile masmavi bir buluttu gökyüzünde süzülen. İnsanlar iki renkle yaşayabilirdi belki, siyah ve beyaz. Ama ben gökkuşağını görmüştüm artık. Ne gerek vardı tekrar görmek için sessizce yağmuru beklemeye. Gökkuşağı hayatın içinde gizliydi ya zaten. Sadece insanların gözü bozuktu ve gözlüklerini takmaya üşeniyor, korkuyorlardı.

Keşke farklılıklara gözlerini yumup onları yok saymak yerine merakla baksalardı, dinleselerdi. Belki o zaman anlatabilirdim, sokakta kahkaha atan küçük kızın da, trafikte söylenen dolmuşçunun da, sevgilisiyle el ele yürüyen delikanlının da birer gökkuşağı olduğunu. Onların özünde yoldan çıkmış, utanç kaynağı biri olmasaydım yapabilirdim belki. Ama gökkuşağını hiç görmemiş birine tarifini vermek zordur. Bir yerden sonra bezdirir insanı. Benim de sonum bu oldu; pes etmek.

Şimdi ise haritada işaretli olan yolların dışında ilerliyorum tek başıma. Kendi haritamı yazıyorum. Yolda karşılaştığım yolcular oluyor elbet ama bir dönemeçte kaybolup gidiyor onlar da. Sakın yanlış anlaşılmasın pişman değilim asla. Çünkü inanıyorum ki Yeni Dünya’yı keşfeden denizciler gibi ben de kendi yeni dünyamı, ait olduğum yeri bulacağım bir gün. Şimdilik bana düşen ise üç boyutlu gözlüklerimi düzeltip, yol boyunca şahit olduğum filmlerin keyfini çıkarmak… 


                                                                                     Nurdan FATOĞLU
                                                                                             17.02.2016

20 Şubat 2016 Cumartesi

NESNELER .1 - Özleme Dair Düşler




"Nesneler" serisinde masaya konulan oje, hesap makinesi, oyuncak kedi, makas, ağız maskesi, 3D gözlük ve kestane izlenilerek bir hikaye oluşturulmuştur.


Şimdilerde neredeyim, nasıl yaşıyorum… Yabancı bir ülkede, bana uzak insanların arasında yalnızlığımlayım. Kocaman bir gölde tek başına yaşayan ördek misali yüzüyorum yüzüyorum, kıyılara vurup duruyorum ama bir türlü çıkamıyorum o gölden… Çıksam da yabancı sokaklarda kaybolacakmışım gibiyim sanki. Çok değil bundan 10 yıl öncesinde Bakırköy’ün bitişik nizam evlerle bezeli sokaklarından birinde, iki odalı iki pencereli evimde olmayı hayal ediyorum.

“Yan komşum Piraye hanımın her daim çılgın renklerdeki ojeli elleri ile kapımı çalışında kendimi bir ressamın tualine dağılmış renk cümbüşü içine dalıvermiş fırça olarak hissedişlerimi,

Apartmanın altındaki iki dükkândan birinde, duvarda asılı veresiye teklif etmeyiniz yazısına rağmen, bir türlü verdiği veresiyelerin hesabını tutturamayan ve parmaklarını hesap makinesi olarak kullanan mahalle bakkalımız Rüstem Efendi’nin buruşmuş defterine şaşkın bakışlarını,

Diğer dükkânın sahibi Aynur hanımın ise, makas görmemiş hissi uyandıran kabarık saçlarını konuşmasının her iki kelimesinde bir arkaya atışlarını, bunu yaparken de biz yaştakilerin güzellik sembolü Rita Hayworth’a benzediğine inandığını anımsatan iddialı bakışlarını,

Yöneticimiz hastalık hastası Mehdi Bey’in ağzını örttüğü, pek de işe yarayıp yaramadığı belli olmayan hatta her gün yenisini mi yoksa aynısını mı kullandığını bir türlü çözemediğim, iplerinin iki ucu başının arkasında ayrılmak istemeyen iki sevgilinin kolları gibi sıkı sıkıya düğümlenmiş maskesinin altından, ne söylediğini uzun uğraşlar sonucu çözebilsem de ayrı bir hayranlıkla dinlediğim konuşmalarını ”

Hepsini hepsini yeniden istiyorum. Yaramadı bana bu uzak diyar, kavurmadı içimi, sarmadı bedenimi, doyurmadı ruhumu. Aldı götürdü içimdeki beni, benden uzaktaki yalnızlıklara…


Bir sabah uyanmak, suya gömülü gagamı sudan çıkarıp bütün cesaretimle sokağımın gürültülü uğultusuna, o bildik sularıma dalmak istiyorum, kaybolabileceğimi bile bile de olsa…                                                                                     


                                                                                                                   Atilla ELTUT
                                                                                                                     17.02.2016

16 Şubat 2016 Salı

DUYULAR .1 - Alternatif Tıp

"Duyular" serisinde hikaye, duyular ön planda tutularak anlatılmıştır.



Marketten aldığım mentollü mendildeki nane kokusunu içime çekerken solunum yollarım yanmıştı. Burnumu koparırcasına sildiğim kimbilir kaçıncı mendili yere atmıştım ki kapının sesini duydum. Anahtarın çevrilme sesini dinlerken başımı yastığa bıraktım zorlukla.

Tanıdığım öksürük sesiyle ise battaniyeme sarıldım. Salona gelirken üzerindeki parfümün yasemin kokusu alerjik bünyeme saldırmıştı bile. Elindeki poşeti üzerime bıraktı ve camlara doğru ilerledi. Ihlamur, rezene, papatya ve tarçın poşetten alabildiğim en keskin kokulardı.

"Gerçekten mi? Bitki çayıyla mı tedavi edeceksin beni?"

"Evet." dedi bilmiş sesiyle. Gözlerimi devirdim.

"Hayırdır, kocakarı ilacı bunlar diyordun geçen haftaya kadar? Hem doktor değil misin sen? Doğru düzgün bir ilaç yaz da iyileşeyim hemen. İşi çok ihmal ediyorum bu ara. Gitmem lazım."

"Gitmeyiver biraz daha. İdare edemiyorlar mı sensiz?"

"Merve, saçmalama. Hem büyük dergi çekimi yaklaşıyor. Benim çekmemi istiyorlar."

"Herhalde isterler. Ben çekmedim ya bu ödüllü fotoğrafları." dedi duvardaki çerçeveleri gösterirken. "Hem böyle ilaçla bile iyileşemezsin sen. İçerisi çok havasız." demesiyle camı açması bir olmuştu. Battaniyeyi başımın üstüne çektim benden beklenmeyecek bir hızla. Soğuk, ciğerimi yakmıştı bile. Titrememi durduramıyordum. Birkaç yağmur damlası rüzgarın etkisiyle battaniyeme çarpıp koyu renk noktalar oluşturdu.

"Kapat şu camı!" dedim çıkaramadığım sesimle. Boğazımı içten içe gıdıklayan bir his oluşmaya başlamıştı.

"İçerisi çok havasız. Hem güneş girmeyen eve doktor girer demişler Nisan'cım."

"Lan ne güneşi bu havada? Güneşin olduğu tek yer göçmen kuşların gittiği güneyler. Ki o hayvancıklar mahallemizi terk edeli üç ay oldu." diye çemkirdiğimde boğazımda bir balon patlamıştı sanki.

"Aman, iyi ki biraz hava girsin dedik." diye söylene söylene kapattı camı. Dışarının derin ayazı içeriyi hala terk etmemişti. Perdeyi aralayıp dışarı baktım. Karşı apartmandaki Ayten teyze acıklı acıklı fırtınanın kırdığı saksılarını izliyordu. Aşırı bir rüzgar vardı dışarıda. Sanki sağanak yağmıyor da bizim evin camları taşlanıyordu. Eminim uçmuştu birkaç çatı ilçede çoktan. Camın soğuğu bu mesafeden suratıma çarpıyordu. Onun aksine camın altındaki kalorifer sıcak sıcak üflüyordu çeneme. Omzumun dürtülmesiyle içinde bulunduğum ısı karmaşasından kurtulmuştum.

Merve kupayı elime tutuşturup karşıma oturdu. Elimi yakan kupayı sehpaya bırakırken acele ettim. Sehpaya dökülen birkaç damla bitki çayıyla Merve homurdanmaya başlamıştı bile. Kupanın bu sefer kulpundan tutup dudaklarıma götürdüm yavaşça. Aldığım keskin limon tadıyla ise gerisin geri bıraktım. Yüzümü buruşturarak Merve'ye baktım.

"Ne bu?"

"Bitki çayı." Gözlerimi kıstım.

"Yanlış cevap canım. Bildiğimiz limon suyu bu."

"Limonunu bol koydum çabuk iyileş diye."

"Bence çabuk öleyim diye koymuşsun. Ne biçim doktorluk bu? Bununla mı iyileşeceğim ben?"

"Turp gibi olacaksın hem de."

"Mümkün değil. İçmem ben bunu."

Diretmem Merve'nin delici bakışlarıyla son bulmuştu bile. Resmen ağzımı yüzümü ekşite ekşite bitirdim tüm bardağı.

"Aferin kızıma. Hadi şimdi uyu da dinlen."

Battaniyenin içindeki sıcaklığıma sarılıp burnumda limon kokusuyla uyuyakaldım. Tek isteğimse o nefret ettiğim limonun artık bir işe yaramasıydı.


                                                                                                                          Dünya