21 Eylül 2016 Çarşamba

Beklemek


Bir yerde oturup beklemem gerektiğini düşünürken bankların önünde buluyorum kendimi. Bu tüketici ve sonucunu bilmediğim plan, biz karşılaşmadan işlemeyecek gibiydi. Gelmesi gerekirdi oysa ayrılmadığı mekanda görünmüyor şimdi. Beni görmek istemiyor düşüncesi bedenimi ele geçirecekken dün nerede olduğumu sorduğunu anımsıyorum. Görmek istemeyen kimse sormazdı bunu. Susuyorum ve bekliyorum. Canımı yaktı çünkü ve öyle kolayca kurtulmamalı bundan.

Sallanan dizlerime bakarken vücudumda bir heyecan belirtisi olmadığını biliyorum. Bu tamamen sabırsızlıktan. Bazı anların gelmesi sizi ürkütse bile bir an önce olup bitsin istersiniz ya, öyle bir şey bu. Biraz daha sabırlı olsaydım, diyorum. Sabredememenin bana zararı olacağı aşikar. Bakışlarımı taşınabilir şarjı sömüren telefonuma çeviriyorum. Dizlerimin titremesi, onun titremesini bastırmıştır belki diye açıyorum kilidi. Şarj oranının %17 oluşundan başka bir değişiklik göremiyorum. Asıl sömürülen telefonum mu sorusu aklımdan geçiyor yavaşça. Daha yeni %22'ydi, ne yaptım da düştü böyle diyorum içimden. Bu yarı kalabalık ortama her gün gireceği düşüncesi, sesli şikayetimi bastırıyor.

Elimde titreyen telefona çevirdiğimde etrafı süzen bakışlarımı, mesaj geldiğini görüyorum. Çok kısa ve net bir cevapla bildiriliyor durumun olumsuzluğu.

Derin bir nefesi verirken sabırsızca, bir saattir burada oturduğumu fark ediyorum. Üstelik şimdi gelmişim gibi hissederken. Çantamı omzuma atıp yerimden kalktığımda aklımın ağırlığı da bacaklarımın tutulması da fazla somut geliyor. Yürümeyi yeni öğrenen biri gibi iki bilinçsiz adım atıyorum. Bacaklarım çağrıma anında cevap veriyorlar. Zaten ancak siz diyorum. Ancak siz bu kadar çabuk yanıtlıyorsunuz beni.

                                                                                                                       Dünya

24 Mayıs 2016 Salı

DENEME .3 - Camın Arkasında Yaşayan Herkes Dalgındır Zaten


Kafamı cama yaslıyorum. Tenim bir an için camın keskin soğukluğunu üzerinde hissediyor. Cam çok sert. Dünyayla aramda bir engel oluşturuyor. Hayata bakıyorum. Bakıyorum ama göremiyorum. Orada tüm canlılığıyla duruyor hayat. Dokunamıyorum. Dokunmam gerek ona. Yaşadığımı düşünüyorum o an. Yaşıyor muyum gerçekten? Dışarıdakileri nasıl inandırabilirim buna? Yanımda zavallı bir adam. Yorganı düşmüş olmalı, uyuyor. İki eli önünde kavuşmuş. Toplumsal statüsünün üzerinde bıraktığı izlerden bu. Kabullenmiş tüm olanları. Sol mont cebinde bir şişkinlik var. Eldiven olmalı bu. Kafasını sağa yatırdı şimdi. Gözleri açılır gibi oluyor. Camdan, yoldan geçenleri izliyor. Belki de geçmişidir izlediği. Sabit bir noktaya baktığından, dalmış olmalı. Camın arkasında yaşayan herkes dalgındır zaten. Kafamı kendi camıma çeviriyorum bu sefer. Tüm bu gerçeklikler, üzerime bir gölge gibi düşüyor. Düşünmek... Düşünmek istemiyorum ama bu sefer de düşünmek istemediğimi düşünüyorum. Sonra da düşünmek istemediğimi düşündüğümü düşünmekten kurtulamıyorum.

                           
                                                                                                                  19.05.2016
                                                                                                              Haşim VERGİLİ
                     

10 Mayıs 2016 Salı

KELİMELER 3.1 - Nazan


“Şimdi o yıllara dönsem.” dedi Nazan. Yurtta ders çalışırken çektirdiğimiz fotoğrafa bakıp “En başa, kayıt günü karşılaştığımız güne.”  “Masumiyet filan değil aradığım, temize çekmek de değil.” dedi ardından.

“O yıllara dönerek neyi değiştirebiliriz bir bakalım…da ben senin kadar iyimser değilim.” dedim. Pavesa’nın “Bu şehir arkandan gelecek…” dizesi geldi aklıma da, biraz da gülsün diye, “Hormonların senle olduğu sürece rahat vermeyecek, aklın fikrin aşkta meşkte olacak” dedim. Ancak iki sevgili arasındaki zaman diliminde doyasıya görebildiğim Nazan biraz da sitemkar “En azından daha seçici davranır o şımarık Yunus’a haddini bildirirdim.”

“Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler diyorsun ha!”

“Yok o kadar da ağlak bir istek değil benimkisi aslında.” dedi ve fincanları, su bardaklarını tepsiye doldurup mutfağa gitti. Elinde iki büyük poşetle döndü. “Ben de mutfağı temizliyorsun sandım.” dedim gülerek Nazan’ın bu ev kadını hallerine sarmasına takılmayı severdim. “Yok canım ne temizliği,” dedi. “Giymediğim, giyecek yerimin kalmadığı, giyemediğim, her neyse elbiseleri topladım dün. Bak bakalım; işine yarayan varsa al, kalanını da Emine’ye veririm, iki tane yetişkin kızı varmış, yıllardır tanırım Emine’yi, koşuşturmadan elimiz değmemiş bunca yıl iki laf etmeye. Ha! En aşifteleri seç! Emine giydirmez kızlara onları, yarın temizlik var götürsün kadıncağız.” Ağzım kulaklarımda,

“Bayılırım…” dedim. “Çok eğlenceli, hem yakında bir kuzen düğünü var, bakarsın düğün için de bir şeyler buluruz ha!” “Düğün gemide olacakmış.” dedim sonra, art arda şakıyordum susmadan, neşemin asıl nedeni Nazan’dı aslında, yıllar sonra bıraktığımız yerden devam ediyorduk. Elbise filan bahane.

O güzelim iş kıyafetleri, gece elbiseleri çıktıkça torbadan, serildikçe koltukların üstüne Nazan daldı gitti uzaklara, gözleri marazlandı da göremez oldu sanki, benim de keyfim kaçtı. “Hadi! Bir kahve daha içelim.” dedim. “Bu sefer ben yaparım.”

“Tamam.” dedi.

“Hem ben şimdi bu elbiselerin içine giremezsem çatlarım kıskançlıktan.” dedim ve mutfağa gittim.

Nazan uluslar arası bir şirketin departman sorumlusuydu, aynı zamanda üç genel müdür yardımcısından da biriydi. Çok yoğun çalışırdı. İyi para kazanırdı, nerdeyse her aldığı primle bir ev alır ya da bir önceki aldığı evin kredi borcunu kapatırdı. Bu ağır iş temposuna kocası dayanamadı iki yıl önce boşandılar. Ayrılık sürecini omzunda ağlayarak geçirdiği iş arkadaşı ona evlenme teklif ettiğinde iş işten geçmişti. Nazan’ın tüm hikayesini anlattığı Levent gayet çağdaş görünümlüydü fakat hastalık derecesinde kıskanç bir adamdı. Evlendiler. Kısa bir süre sonra önce çalışmasını istemedi yeni koca Nazan’ın, sonra da eskilerden kadın arkadaşlar dahil hiç kimse ile görüşmesine izin vermedi. Bu görüşülmeyecekler listesinde ben de varım. Levent iş seyahatlerine gittiğinde gizlice görüşüyoruz.

“Kahveler geldi!” dedim yüzüme kocaman bir gülümseme takıp.

                                                                                                    20.04.2016
                                                                                                  Yelda UGAN

8 Mayıs 2016 Pazar

RASTGELE .1 - Malabadi Köprüsü

Malabadi Köprüsü-Silvan/Diyarbakır

İzmit’te bir park, küçük ama sevimli... Adına Çamlık Park demiştik içinde yükselen iki çam ağacından mütevellit… Şimdi siz hemen anladınız benim tevellüt’ümü, mütevellit kelimesini kullanmamdan dolayı değil mi?

İşte o çamlık parkında gözlerimi açtım, o parkta filizlendim, o parkta genç oldum. Ne hatıralar saklamadık ki ağaçlarının dalları arasına, yazlar geldi yapraklarının yeşiline yükledik, sonbaharla yerlere döküp yenilerini ekledik… Bizim olan o parkta onlarca, yüzlerce geceyi yaşadık. Annelerimiz seslenip de “Hadi eve gel artık.” diyene kadar evimiz orasıydı işte.

Yine öyle gecelerden birinde, parktaki banklara oturmuş, gazete kâğıdına sardığımız bira şişelerini yudumlarken dökülmeye başlamıştı kalplerimizi çarptıran aşklara dair sözler… O yıllarda öyle kolay değildi aşk meşk olayları. Öyle bir kızı beğeneceksin, cesaret edip konuşacaksın ve kız kabul eder de arkadaşlık başlarsa bir o kadar da ileri gidip elini tutacaksın! Vay vay vay! Bunca şeyin olma ihtimali öylesine azdı ki, olacağı varsa bile kızın ailesi her an fark edecek diye korku dağları beklerdi…

Bütün delikanlılar uzaktan severdi. Herkesin vardı bir yavuklusu ama gel de ilan et bakalım. Mahalledeki can arkadaşların bilirdi sadece. Kızın bunu öğrenmesi de ayları bulurdu zaten. Tamam, uzaktan sevilirdi ama tam sevilirdi, katıksız, saf, yürekten, adam gibi, sonuna kadar… Bir de öyle bir mertlik vardı ki, bugünlerde nasıl bilmiyorum ama mesela Ayşe, Yalçın’ın sevdiği kız ise kimse dönüp bakmazdı ona. Hatta Ayşe’yi birimiz okul yolunda görsek ve ona tanımadığımız bir genç yan gözle baksa, arkadaşımızdan önce biz keserdik hesabı.

Çamlık Park’ta, can arkadaşlarla sohbetin koyulaştığı bir an da Rüstem babasının arabasını almayı başarmıştı bir şekilde. Doluştuk içine ve sırayla hepimizin âşık olduğu kızların mahallelerine gidip, evlerinin altına arabayı park edip, odasının ışığı yanıyor mu diye camına bakıyorduk. Kızın haberi olsa yine iyi, nerde o şans! Bir süre bekleyip başka bir mahalleye gidiyor, bir başka arkadaşımızın gönlüne derman oluyorduk.

İşte o akşam arabanın içinde bir şarkı eşlik etmişti bize. Sözlerini değiştirmiş, bağıra bağıra söylemiştik her birimizin sevdası için.

“Malabadi Köprüsü, Malabadi Köprüsü
 Orda başladı bitti şu Rüstem’in öyküsü
 Karşıki mahalleden bir kıza gönül verdi
 Aşkı uğruna her gün o mahalleye giderdi
 Zeliha’yı düşündükçe kalbi huzur bulurdu
 Offf Rüstemim offf “

Çok uzun yıllar öncesinden gelen bu şarkı bugün hala kulaklarımda ve ben hala o günlerde, o parkta, arkadaşlarımla öğrendiğim hayatı yaşıyorum…

                                                                               
                                                                                04.05.2016
                                                                                      
                                                                               Atilla ELTUT

6 Mayıs 2016 Cuma

DENEME 2.1 - Zeze, Zeyno, Neyno ve Ben



Bildim bileli öyle anaç bir kadın olmadım. Çocukları severim de, hani onun sümüğünü sileyim, diğerini ayağımda hoplatayım, aman da bağrıma basasım var her birini gibi bir ruh halim pek olmadı. Fakat hormonlarımın da etkisi olsa gerek, biyolojik saat alarmım çaldıkça çocuk sahibi olma ihtimalim yüzümü aydınlattı, gülümsetti, sevindirdi beni. Bir kadının kendini ifade etme biçimi olarak en kabul göreninden evlilik ve annelik de iyi bir işten sonra listenin 2 ve 3 numaralı sahipleriydiler. Yıllar sonra aslında bütün bunların toplumsal baskı sonucu dayatmalar olduğuna dair çok şey okuyacak ve bolca ahkam kesecektim. Bilincin tecrübe ettikçe edinildiğini de.

Üniversite yılları, kendimi büyümüş sandığım, yapmayı hayal ettiğim her şeyi gerçekleştirebileceğimi düşündüğüm yıllardı. Ne zaman çocuk konusu açılsa “En güzel çocuklar henüz doğmadı, çünkü onları ben ve arkadaşlarım doğuracağız.” edasıyla kesenin en bol tarafından başlardım atıp tutmaya. “Televizyon seyrettirmem!” derdim “En iyisi radyo. Evet radyo dinlesin!”  Sonra eğitim çok önemli İsviçre’de yatılı mı okusa yoksa köklü vakıf okullarından birine mi gitse hani şu kökleri 19. yüzyılda, batılılaşma sürecinde gayrı müslimler tarafından atılan. İşin finans kısmı o yıllarda “hallederiz” kısmındaydı.

En çok da kendi olsun derdim. Kendi olabilmesi için tüm engelleri yıkabilecek güçte hissederdim kendimi, güçlü olması gerekenin “ben” olduğumu sanırdım. Bir de “şımarık olmasın, beş beş karşılık vermesin, ne o öyle büyümüş de küçülmüş gibi” diye düşünür, kendisi olması için daha o yıllarda önüne olması gerekenler listesi koyarak büyük engelin “ben” olduğumu bilemezdim.

Uzunca bir süre çocuk konusu askıda kaldı bitmeyen işler yüzünden, baba adayı da cabası! Derken otuzlu yaşlarımda dünya güzeli Zeynep hayatımın ortasına bomba gibi düştü. Başta vücudum olmak üzere (18 kilo aldım) tüm seyir değişti, tam zamanlı bir işe dönüştü annelik; ara verilemeyen, ertelenemeyen, tek bir önceliği olan.

Adana’da çalışırken merkez ofise İstanbul’a toplantılara gelirdim. Bu seyahatlerimde kuzenimde kalırdım. Kuzenimin evine çok yakın nerdeyse sırt sırta küçük bir okul vardı. O okulun her önünden geçişimde “kim buraya çocuk gönderir ki?” diye geçirirdim içimden, “bahçesine kaç çocuk sığar ki?” Şimdi Zeynep “o” okula gidiyor, kendisi olması için ona engel olmamayı öğreniyorum. Çok direndik ama geçen ay “Dersler için!” diye tutturunca tablet aldık, sırada telefon var.


Oysa şimdi ben; mutlu olsun, düşünce kalkabilsin ve onu her daim sevdiğimizi bilsin istiyorum sadece. Bir de, iyi dileklerim tüm çocuklar için…

                                                                                                   18.04.2016
                                                                                                 Yelda UGAN

30 Nisan 2016 Cumartesi

DENEME .2 - İlgi



Kendime karşı değişen algım, beni daha bir huysuz, alıngan ve küskün hissettiriyor. Bir filmi daha önce görmüş gibi tanıyorum bu hissi; utanıyorum ardından.

Psikolog diyor ki “Yas tutuyorsun. Bir dönemi kapatmışsın ve gidenin ardından ağlıyorsun.” Nerdeyse “Ağla açılırsın.” diyecek. Psikiyatrist; “Geçmişin yaşanmamışlıklarla dolu, ‘ben büyüyünce…’ duygunla yüzleşmelisin.” Spiritüel şifacılar, “Regresyona ihtiyacın var, blokajlarından kurtulmalısın.” Jinekolog ve endokronolog ise zaten bütün bu olup bitenlerin baş müsebbibi.

Her gün kullanmam gereken ilaçlar, almazsan olmaz hormonlar, 3 ayda bir tekrarlanacak olan tahliller, yıllık kontroller filan. Çantamda bir dolu doktor adı, randevu tarihleri, çeşitli seanslar, ilaçlar ve her önüme gelene cömertçe sunduğum bana, aslında olan bana ait yepyeni argümanlar.

Başta kocama olmak üzere, aileme, arkadaşlarıma, arkadaşlarımın arkadaşlarına, kocamın ailesine titrek bir sesle anlattığım,  yeni dönemim.  Kocamınkini her gün yeni bir sosla çeşnilendiriyordum, yıllanmış kıvama gelmiş olanlar tercihimdi, yeni bir şey deneyecek halim yoktu ya! Nasıl olsa elimde yeteri kadar vardı.

Ben her sesimi titreterek döktüğüm içimin, şefkatle toplanıp ve hatta katlanıp tekrar yerine konacağını sandım. 3-5 derken kimsenin ilgisi yeterince iyi, yeterince yakın, yeterince samimi gelmiyordu bana. Oysa ben çok hastaydım, vücudumun ve ruhumun tepkisi “az” bileydi. Kendi kendimi yok ediyordum.

Bir insan bir şeyden kaç kere şikayet edebilir? Kaçıncıdan sonra inanmaz ona kimse veya kaçıncı inanmayandan sonra inandırıcı olmadığını anlar? Gibi türlü çeşit sorularla uğraştım kendimle uzunca bir süre.


Aman Allah’ım! Ne kadar sıkıcıyım, ne kadar sıkıcıymışım. Her 5 insandan birinde görülen, özellikle de kadınlarda,  haşimato hastasıyım. Sesimi titreterek “kurban” ilan ettiğim beni Çernobil hasta etmiş.

                                                                                                      
                                                                                               23.03.2016
                                                                                             Yelda UGAN

1 Nisan 2016 Cuma

DİKİZ AYNASI .1 - Sınav


Sıranın bana gelmesini beklerken ezberimi tekrar ediyor, elimdeki küçük kağıda bakıyordum arada. K, kemerini bağla. D, dikiz aynası…

Adımın yüksek sesle okunmasıyla irkildim. Arabaya doğru ilerledim, kapıyı açıp dikkatlice oturdum. ”Günaydın.” dedim yan koltukta oturan adama. Başıyla selamladı beni. Saatine baktı, freni ve debriyajı kontrol etti,  “Başlayalım lütfen.” dedi.

Kemerimi taktım. Kontağı çevirdim. Boştaki vitesi bire aldım. Sağ sinyali verdim ve 2. Vites…
Sınav yarım saat sürdü. Tekrar başladığımız yere döndüğümüzde en zor bölümü, park etmeyi de atlatıp kontağı kapattım.

“Dikiz aynası.” dedi, ehliyetimi iki dudağının arasında tutan adam. Kemerini açtı ve “Bir sonraki sınavda görüşmek üzere.” diyerek gitti!…

                                                                                                               Yelda UGAN
                                                                                                                16.03.2016